Aluşta’dan esken yeller...


Bahçesaray-Kırım

“Aluşta'dan esken yeller yüzüme urdu,
Balalıqtan ösken evge közyaşım tüştü.

Men bu yerde yaşalmadım,
Yaşlığıma toyalmadım,
Vatanıma hasret kaldım
Ey güzel Kırım”


1944 yılının 17 Mayıs’ını 18’ine bağlayan gece yarısında Karadeniz’in kuzeyindeki yarımadada bütün yerleşim yerlerindeki evlere Rus askerleri pervasızca giriyor, yataklarından kaldırdıkları insanların ne olduğunu anlamalarına fırsat vermeden 15-20 dakika içerisinde hazırlanmalarını, yanlarına birkaç parça değerli eşyalarını almalarını söyledikten sonra evlerinden çıkararak tren istasyonlarına doğru zorla götürüyorlardı. Çocuklar ağlıyor, kadınlar onlara sarılıyor veya ellerinden sıkı sıkı tutup sakinleştirmeye gayret ediyor, yaşlılar bastonlarına veya birbirlerine dayanarak yürümeye çabalıyor, erkekler ise askerlere karşı koymaya çalışıyorlardı, silahsız olarak nasıl karşı koyulabilirse?.. Bu sebepledir ki aralarında kurşunlanıp o an ruhunu teslim eden veya süngülenip can çekişenler vardı. Kalbi olup, birazcık da vicdanı olanın görüp de etkilenmemesi mümkün değildi bu manzaradan. Ama askerlerin ne kulağı bir ses, ne gözleri yaptıkları vahşeti görüyordu. İstasyona gelenler orada bekleyen hayvan vagonlarına istif şeklinde dolduruluyor sonra kapıları dışarıdan kapatılarak kilitleniyordu. Vagonlara o kadar çok insan dolduruluyordu ki insanlar ancak ayakta durabiliyorlardı.

Kimse nereye gittiğini bilmiyor, belki bir şeyler anlayabilmek için birbirlerine sorular soruyorlardı. Ama ne yazık ki cevapları bilen kimse yoktu. Kapkaranlık vagonlar biraz sonra yalnızca çocuk ağlamalarının duyulduğu yerler haline gelmişti. Bir süre sonra sabahın olduğunu tahta aralarından ince bir ışık geldiğinde anlamışlardı. Tren arada bir duruyor, tuvalet ihtiyacı hissedenler vagon kapılarını yumrukluyorlar, ama kimse ne kapıyı açıyor ne de ses veriyordu. Bu sırada birkaç vagon Rus askerler tarafından makineli tüfeklerle taranmıştı. Aynı mermiyle hayatını kaybedenler vagonların içinde öylece kalakalmışlardı. Ölenler ile ölmemeye direnenler aynı yerdeydi. Çocuklar tuvalet ihtiyaçlarına dayanamazken, büyükler de utandıklarından kendilerini zorluyorlardı. Birkaç gün sonra tuvaletini yapmamaktan dolayı ölenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok olmuştu. Bunun yanı sıra ne bir parça ekmek ne de içecek kadar bile su veren yoktu. Açlıktan ve susuzluktan en çok çocuklar ve yaşlılar hayatını kaybetmişti. Vagonların içinde ölülerin kokmasından, açlıktan, susuzluktan, ishalden dolayı nefes alabilecek bir ortam kalmamıştı. Bu şekilde yolculuk 12-13 gün sürmüş, trenler Sibirya’ya, Ural’lara, Orta Asya’ya ulaştığında insanların yarısından fazlası hayatını kaybetmiş, kalanlardan da birçoğu hastalanmıştı. Kırım’da ne kadar Türk varsa bir gecede Kırım’dan çok uzaklara sürgün edilmiş, sağ kalabilenler ise kamplarda çalıştırılmaya başlanmıştı.

Başlarına gelen bu felaketin 11 Mayıs 1944’te Stalin tarafından imzalanan karar neticesinde olduğunu çok sonraları öğrenmişlerdi. O geceden yaklaşık iki ay sonra Ruslar Kırım’da bir köyü unuttuklarını fark ettiler. Koca yarımadada 18 Mayıs’ta ortalığın karışmadığı tek yer vardı. Orası da Arabat Köyüydü. Bu köydeki Türkleri bekleyen son ise çok daha yürek acıtıcı olmuştu. Köydeki herkes eski bir geminin ambarlarına zorla doldurulmuş, gemi Karadeniz’e çıkınca ambar kapıları açıldıktan sonra, denizin en derin yerinde batırılmış ve yüzlerce insan boğularak hayatlarını kaybetmiştir.

Bugün, Kırım’daki Türklere uygulanan soykırımın 68. Yıldönümü. 1783’te Rusların Kırım’ı işgalinden sonra hiç huzur bulamayan kardeşlerimiz 68 yıl önce topyekûn sürgüne gönderildiler. Büyük çoğunluğu hayatını, birçoğu da sağlığını kaybetti. Onlar sürgündeyken yeni nüfus politikalarını uygulayan o dönemdeki adıyla SSCB bu güzel yarımadaya değişik bölgelerden kendi vatandaşlarını yerleştirdi. Nüfus dengeleri tamamen değişen Kırım’a 1989’dan sonra sürgündeki kardeşlerimiz yeniden dönmeye başlamışlardır. Bugün Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti olsa da Kırım’ın şimdiki hali eski dönemleriyle kıyas edilebilecek bir durumda değildir. Ama SSCB döneminden muhakkak ki daha iyidir.

Kırım’ın ve Kırımlı kardeşlerimizin bizim hayatımızdaki yeri çok önemlidir. 1783’teki Rus işgalinden 1944 Soykırımına kadar olan zaman içinde ve sonrasında Türkiye’ye göç eden, Anadolu’nun değişik yerlerinde hayatını sürdüren pek çok kişi bulunmaktadır.

Cengiz DAĞCI, Kırım’ın yetiştirdiği en büyük yazarlardandır. Onun kaleme aldığı Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, O Topraklar Bizimdi, Yurdunu Kaybeden Adam, Anneme Mektuplar, Hatıralarda kitaplarını okuyabilirseniz Kırım’ı, orada yaşayanları ve yaşananları daha fazla anlayabileceğinizi zannediyorum. “Hatıralarda” kitabından çok bilinen, başka yerlerde belki de rastlamış olabileceğiniz bir bölümü burada yazmak istiyorum. Bir de yazımın en başında altı mısrasını yazdığım “Ey Güzel Kırım” şarkısını aşağıda vereceğim linkten dinlemenizi istirham ederim.

Bu yazıyı Kırım’da sürgün adıyla soykırıma uğrayan kardeşlerimizi bilenlere hatırlatmak, bilmeyenlere ise kısaca bilgi sahibi olmaları düşüncesiyle kaleme aldım. Bilmenizi isterim ki yukarıda sürgünle ilgili anlattıklarım bu konuyla ilgili okuduklarım ve dinlediklerimin en sade hale getirilmiş biçimidir.

Selam ve muhabbetlerimle…

“O zamanı takip eden uzun yıllar boyunca da Kırımlılar için hayatta kalabilmek oldu mutluluk. Tanrım! Hayatta kalmanın ve yaşamanın değerini bilmemiz için, önce Kırım'da, sonra da Kırım'ın dışında yıkılmış bir durumda yaşamamız gerekti.
Güçlü olacaksın!
Karşı koyacaksın!
Dayanacaksın!
Ölmeyeceksin!
Elli yıl.
Yüz yıl.
Yüz elli yıl.
Tümü sert, tümü kas-katı, tümü korkutucu kelimeler.
Ve bizler, bilinçli veya bilinçaltında, yıllar yılı içimizde tekrarlanan bu kelimelerle yaşadık.”




Ey güzel Kırım-Şükrüye TUTKUN  http://www.youtube.com/watch?v=63GlPWU_F0Q




Yalnızlığa karalama...

Yalnız, dilimizde yanında başkaları olmayan anlamında kullanılan bir kelimedir. Toplum biliminde ise insani ilişkilerden yoksun olan veya yoksun bırakılan kişi olarak da tanımlanabilmektedir. 

Türkçemizde insanlarımızın yazarken hata yapabildiği kelimelerdendir aynı zamanda. Özellikle “yanlız” şeklinde yanlış bir biçimde yazanlara da oldukça sık rastlayabilirsiniz. Yalnızlık, yalnız kalmak, kendini yalnız hissetmek insanların genellikle korktukları ve tercih etmedikleri hallerdendir. Belki de bu yüzdendir insanlar birbirlerini yalnız bırakarak da cezalandırabilirler. Bu yalnız bırakma hali toplum içerisinde gruplaşmalar şeklinde olabileceği gibi cezaevlerinde hücrede tek başına bırakma şeklinde de olabilir ki sanırım en zor yalnızlık hallerinden birisi de budur. 

Dilimizde “Yalnızlık Allah’a mahsustur” şeklinde ifade edilen bir deyim vardır. Ne kadar doğru ne kadar güzel bir tabirdir bu. İnsanoğlunun hayatında doğduğu andan hatta doğmadan önce bile bir yalnızlık hali vardır. İstisnası olsa da insanlar doğarken yalnız doğarlar. Bir bebeğin fark etmediği bu yalnızlığı onu koruyup kollayan annesi ona hissettirmez bile. Annesinin yanında olmaması bir bebeğin en büyük yalnızlığıdır. Bir çocuk için ise yalnızlık, anne babasının onun yanında olmamasıdır. Yaşı ilerledikçe anne babanın yerini belki yakın akrabalar belki de arkadaşlar ve dostlar alacaktır. Doğarken yalnız doğan, yaşarken de yalnız yaşayacak, yalnız sevecek ve belki de yalnız olarak vakti geldiğinde gözlerini kapatacaktır. Ama hayatı boyunca insanın her zaman yanında mutlaka birileri olacaktır. Birilerinin fiziki olarak yanı başında olması insanın yalnız olmadığının göstergesi gibi addedilse de insan kalabalıklar içerisinde bile yalnız olabilir. Yalnızlık, insanın kendi haline, bulunduğu yere ve ortama göre farklı biçimlerde olabilmektedir. Yanlış hatırlamıyorsam Goethe “Genç Werther’in Acıları” adlı eserinde yalnızlığın en çok hissedildiği yerlerin tek başına kalınan yerler değil daha çok kalabalıkların olduğu yerler olduğuna dair bir niteleme yapıyordu. Aslında haksız da sayılmaz doğrusu… 

Her ne kadar insanlar yalnızlıktan korksalar ve toplum içerisinde yaşasalar da aslında fert olarak her zaman yalnızdırlar. Fiziki olarak yalnız kalmak kötü olsa da insan ruhunun yalnız kalması yalnızlığın en zor halidir. İnsanların içinde ruhlarının farkına varanlar galiba çok fazla değildir. Herkes ruhunun olduğunu bilir ama onun farkına ne kadar varmıştır mevzusu tartışma götürür. Ruhlarının farkına varanlar neye olursa olsun zannımca âşık olanlardır. Bu sebeple yalnızlığı en derin hissedenler muhakkak ki âşık olanlardır. Âşıklar için yalnızlık, birilerinin yanında olup olmaması değil maşukunun yanında olmaması halidir. Eğer vuslat söz konusu olamayacaksa yalnız geçirilen her salisenin sızısını her zaman hissederler. 

Yalnızlığın insan hayatında öyle çok yeri vardır ki birçok sanat eserine ilham olmuştur. Yalnızlık için şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş, romanlarda anlatılmıştır. Yalnızken hissedilen en derin duygular kelimelere ve cümlelere aktarılarak şaheserler ortaya konmuştur. Yalnızlığa dair bir şiir okumayan, bir şarkıyı dinlerken birkaç mısrasını mırıldanmayan, yalnızlığa dair okuduğu bir romanda veya bir kitapta kendini bulmayan kaç kişi vardır bilmem. Ama bunları hissedenlerin hayata bakışları bence tamamen farklılaşmıştır. 

Hayata farklı bakanlardan olmanız dileğiyle… 

Selam ve saygılarımla…

Nisyan’a dair…


 
Unutmak, insan belleğinin bazı hususları zihninde canlandıramaması veya hatırlayamaması halidir. Bazılarına göre de öğrenmenin tam tersi bir durumdur. Öğrenilmiş olan bir bilginin yeniden hatırlanamaması unutmanın en kolay anlatılabilir biçimidir. Unutmanın sebepleri araştırıldığında birçok farklı noktaya varılmıştır. İnsanın unutmasının temelinde fizyolojik sebepler olabildiği gibi sahip olduğu genetik yapısının da etkili olduğunu gösteren kanıtlara da ulaşılmıştır. Organik yapının değişik etkenler sebebiyle yıpranması veya bozulması da unutmaya sebep olmaktadır. Yaşın ilerlemesine bağlı olarak beyin hücrelerinin yıpranması sonucunda oluşan bazı organik bozulmalar bu duruma örnek olarak verilebilir. Beynin yeterli miktarda kanlanamaması, dolayısıyla yeterli oksijenin ve gerekli birtakım kimyasal maddelerin hücrelere ulaşmaması, insanın yaşadığı stresli ortamlar, kaygı duymasına ve tedirgin olmasına sebep olan durumlar da unutmaya sebep olabilmektedir. Bunların yanı sıra birtakım psikolojik rahatsızlıklar da unutmanın en önemli sebepleri arasında sayılmaktadır. Bu sayılanlar bile unutmanın bir yığın farklı sebebi olduğunu ifade edebilmektedir. Tarih boyunca yazılan eserlerin bazısında ise karşımıza çok değişik sebepler çıkabilmektedir. Mesela Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname adlı eserinde çok günah işlemenin, işleri ve meşguliyeti çok ve dağınık olmanın unutmanın sebeblerinden olduğu belirtilmektedir. Aynı kitapta mezar taşlarındaki yazıları okumanın da unutmanın sebeplerinden olduğu söylenmektedir. Yukarıda sayılan bütün sebepler aslında unutmanın birkaç önemli durum dışında insan belleğinin bir özelliği olduğu sonucunu karşımıza çıkarmaktadır. Muallim Naci’ye atfedilen “Hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür.”  Sözü unutmanın insan hafızasının bir özelliği olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğunun unutmak hususunda sıkıntıları olsa da kimi insanlar bu tarz sıkıntıları daha az yaşamaktadırlar. Bazı insanların hafızası o kadar kuvvetlidir ki önemsiz ayrıntıları bile en ince noktasına kadar hatırlayabilirler. Unutmanın ve unutmamanın temelinde o duruma verilen ehemmiyet önem arz etmektedir. İnsanlar farkında olduklarını veya fazlasıyla kıymet verdiklerini kolaylıkla unutmazlar. Bu herhangi bir olay olabilir, eşya olabilir, varlık veya çok değişik şeyler olabilir. Unutmamakla ilgili asıl olan nokta insanın o hususa verdiği değerin seviyesidir. Çok fazla değer verilenler en az unutulanlardır. Bu yüzden insanlar sevdiklerini kolay kolay unutamazlar. Bunun yanı sıra intikam, nefret ve kin gibi duygularına çok değer verenler de nefretlerini, kinlerini ve intikam hislerini genellikle unutamazlar.
Endülüslü İbn-i Hazm’ın dilimize “Güvercin Gerdanlığı” adıyla çevrilmiş meşhur bir kitabı vardır. Seneler önce bu kitabı ilk defa gördüğümde adının niçin bu şekilde olduğunu merak etmiştim. Okumaya başladıktan sonra bu merakım geçmiş, ifade edilenler beni derin düşüncelere sevk etmişti. Birçoğunuz bilir ki güvercinlerin boynunda ince bir halka gibi gerdanlığa benzer farklı renkte bir yapı bulunmaktadır. İşte meşhur “Güvercin Gerdanlığı” bu tüylerin oluşturduğu yapıya verilmiş isimmiş. Benim dikkatimi fazlasıyla çeken ise buna yapılan nitelemeydi. Güvercinler boyunlarındaki bu farklı renk tonundaki tüyleri isteseler bile çıkaramazlarmış. Çünkü o farklılık onların doğal yapılarındandır. Buna izafeten yapılan benzetmeyle insanların da sevgilerinin boyunlarına güvercin gerdanlığı gibi geçtiğini, unutmak isteseler bile bunun olamayacağı ifade ediliyordu. Birbirini seven insanların birbirlerini unutmamalarının, belki de unutamamalarının sebebi bu olsa gerek. Şüphesiz ki güzel bir benzetme olmuş.
Bu yazıyı, fazla uzatmadan, kavramları birbirine bulaştırmadan, değerli okuyucuların zihinlerini karıştırmadan nihayetlendirmek gerekir sanırım. İnsanların muhakkak ki unuttukları, unutmadıkları, unutamadıkları vardır. Asıl olan şudur ki her ne olursa olsun insanların büyük çoğunluğu unuttum derken bile unuttuklarını, unutmadıklarını belki de unutamadıklarını hatırlamaktadırlar. O zaman unutmak diye bir şey yok mu ki?
Soru benim, cevabı sizin olsun…
Selam ve saygılarımla…

Tedavi hakkında hatırlatma…

Değerli Okuyucular,

Hastalıklar nasıl tedavi edilir diye hiç düşündünüz mü bilmiyorum. Muhakkak ki bir şekilde aklınızın bir köşesinden bu soru ve cevabının ne olduğu geçmiştir. Belki şuan bile cevapları sıralıyor olabilirsiniz.  Hastalık, insan vücudundaki herhangi bir doku, organ veya sistemin herhangi bir etken sebebiyle normal işlevini yerine getirememesi sonucunda ortaya çıkan durum olarak ifade edilebilir. Bu tanımlama kısa ve dar bir tanımlama olsa da temel manada anlaşılabilecek durum budur. Herhangi bir etken tabiri o kadar geniş bir anlam ifade eder ki bunu kısa bir örnekle açıklamak zannımca uygun olur. Mesela bazı hastalıklara sebep olan gözle görülemeyecek kadar küçük varlıklar olduğunu hepimiz biliriz. Halk dilinde bunların hepsine birden mikrop dense de aslında bunlar biyoloji ilminde yapılarına ve benzerliklerine göre birbirinden farklı biçimde sınıflandırılarak isimlendirilirler. Bu mikroorganizmaların bazılarının sebep oldukları hastalıkları tedavi ederken de bir takım ilaçlar kullanılır. Bu ilaçlar genel olarak öncelikle bitkilerden hazırlanan bazı kimyevi maddelere veya aynı özellikteki kimyevi formüllerine göre imal edilmektedirler. İlaçların etki mekanizmaları çok basitmiş gibi görünse de aslında bayağı karmaşık bir yapıdadır. İlaçların muhteviyatındaki kimyevi maddeler genel olarak yapılarına göre etkileyecekleri mikroorganizmanın ölümünü sağlamak veya çoğalmasını engelleyerek ömrünün sona erdirilmesi senaryolarına göre etkilerini yapmaktadırlar. Diyelim ki A adındaki bir hastalığa Aa bakterisi sebep olmaktadır. Bunun tedavisinde ise Aab ilacı kullanılmaktadır. Aab ilacı farz edelim ki bu bakterinin hücre duvarının oluşmasını engelleyecek bir etki yapıyor ve böylece bu bakteriler ölüyor ve hastalık sona eriyor ve kişi iyileşiyor. Basitleştirdiğim bu örnek aslında muhteşem bir yapıyı ve mekanizmayı anlatabiliyordur sanırım. Burada aklınıza şu gelmiş olabilir, A hastalığına yakalandığım zaman, gidip Aab ilacı alır hemen iyileşirim. Yok böyle bir şey. Bu tarz ilaç kullanımı tamamen hastalığa sebep olan mikroorganizmayı kuvvetlendirici etkinin önünü açmaktadır. Bir kişinin hastalığının ne olduğuna karar verecek, aynı hastalığa sebep olan farklı mikroorganizmaları ayırt edebilecek, hastanın durumuna göre gerekli tedaviyi düzenleyecek kişiler tabiplerdir. Şüphesiz ki şifa Allah(c.c.)’tandır ama şifa için gayret göstermek gerekir. Tabiplerin tavsiyelerine göre ilaç kullanmak tedaviyi sağlayan en önemli husustur. İnsanlar muayene olmadan ve tabip tarafından önerilmedikçe kullandıkları ilaçlar yüzünden hem vücutları için olumsuz etkilerin oluşmasına hem de mikroorganizmaların direnç kazanmalarına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda da her türlü zarar misliyle artmaktadır. Örnekler daha da arttırılabilinir.
Bilinen hastalıkların birçoğunun sebepleri ve tedavileri uzun yıllar boyunca yapılan araştırmalar sonucunda bulunmuş ve gün geçtikçe de tedavi metotları geliştirilmeye çalışılmaktadır. Modern tıp anlayışına göre tedavi için kullanılan ilaçların uluslar arası kriterlere göre gerçekleştirilecek araştırma ve deneylerden sonra insanların faydasına sunulabileceği söz konusudur. Hal böyle iken zaman zaman insanların hayallerinin sömürüldüğü, ceplerindeki üç beş kuruşun nasıl olur da hissettirmeden alınabileceği düşüncesindeki bazı insanların yaptıklarını duyduğumda ise içim acımıyor desem yalan olur. Burada hiç kimseyi hiçbir üreticiyi karalamak gibi bir gayem olmadığı gibi kimsenin de reklamını yapmak gibi bir düşüncem de bulunmamaktadır. Bu yalnızca benim düşüncemdir. Naçizane önerim şudur ki herhangi bir şekilde bir rahatsızlığınız olursa(ki gönül ister ki olmasın) öncelikle Aile Hekiminize muayene olmaya gidin. Gerekliyse o sizi diğer sağlık kurumlarına sevk edecektir. Falanın yakınına şu iyi gelmiş, filancanın hastalığı şunu kullanarak geçmiş gibi sözlere itibar etmeyin. Doğru olan şu ki gidip bir tabibe muayene olmak, önerdiği ilaçları kullanmak veya diğer uygulamaları kafamıza göre değil olması gerektiği şekilde yapmaktır. Çok fazla ayrıntıya girmeden siz değerli okuyucuların sıkılmadan okuyabileceği biçimde yazmaya çalıştım ama umarım anlaşılabilir bir şeyler yazabilmişimdir.

Bu arada insanları hastalıklardan iyileştirme, şifa buldurma mesleğine gönül veren çok kıymetli tabip dostlarımın ve arkadaşlarımın 14 Mart Tıp Bayramını da kutlamayı unutmamam lâzım. Onlar olmasaydı dünya ne kadar eksik bir yer olurdu, gerisini siz düşünün.
Selam ve saygılarımla…

Konuşmaya, konuşmamaya, konuşamamaya dair…

Konuşmak, aklımızın ermeye başladığı zamanlardan itibaren ailelerimizden başlamak üzere içinde bulunduğumuz topluma göre şekillenen bir özelliğimizdir. Önceleri çok fazla farkına varamasak da yaşımızla birlikte ilerleyen ve zamanla becerebildiğimiz takdirde dilimizin ucuna gelen her şeyi değil de uygun olanları ifade edebilmenin karşılığıdır da. Bazılarına göre de insanların çok uzun bir süre dayanamayacağı yegâne ihtiyaçlarındandır.

Konuşmak, insanlara Allah(c.c.) tarafından verilmiş bir yetenektir. İnsanlar konuşmak suretiyle birbirleriyle anlaşabilirler. Düşüncelerini, herhangi bir konudaki görüşlerini öncelikle konuşarak anlatırlar. Bizim toplumumuz muhabbet etmekten, sohbet ortamlarından oldukça fazla keyif almaktadır. Ancak konuşmayı yalnızca muhabbet veya sohbet ile ifade etmek de çok anlamlı değildir. İnsanlar sohbet ortamlarında düşüncelerini ifade etmekten ziyade hoşlarına gidecek şeyleri daha çok konuşurlar. Ne yazık ki bu tür konuşmalar dedikodu tarzında da olabilen konuşmalardır.
Konuşmanın en kötü hallerinden birisi gerekli gereksiz her konuda, herhangi bir bilgi sahibi olmadan bir şeyler söylemek olmalıdır. İnsanların neden böyle bir davranışta bulunma gereğini hissetmelerinin sebebi benim çoğu zaman anlayamadığım hususlardandır. Konuşanı dinlemek, konuşulanı anlamak, konuyla ilgili anlaşılamayanları sormak muhakkak ki gereklidir. Konuşmuş olmak için yapılan bir konuşmayı dinlemek zorunda kalmak ve söylenenleri anlamaya çalışmak sanırım büyük bir zulme uğramakla eşdeğer olsa gerek.
Toplumumuzda okuryazar oranı çok olsa da, okuyan ve yazanın az olmasından dolayı birilerine bir şeyler anlatmak ancak konuşmak ile olabilmektedir. Konuşmak böylesine önemli iken insanların birbirleriyle konuşmaması toplumun yabancılaşmasına sebep olmaktadır. Her ne suretle olursa olsun insanların birbirleriyle konuşabilmek için mümkün olduğunca fazla gayret sarf etmesi gereklidir.  Konuşmak insanların kendilerini ifade edebilmelerinin en önemli aracıdır.
Konuşmamak ise konuşmak isteyen bir kimseye verilebilecek en kötü cevaptır. Bir insanın başka bir insanla konuşmamasının farklı sebepleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun insanlar konuşmama isteklerini bile en çok konuşarak bildirirler. Konuşma ile verilen cevabı vücut lisanı ile verilen cevap takip etmektedir.
Konuşmak, bulunulan topluma göre değişik biçimlerde şekillenebilmektedir. Buradaki konuşma şekillenmesinden kastettiğim başka bir anlam yüklenmeden yalın halde yapılan konuşmadır. Bazı yerlerde kelimeler kısalmakta, bazı yerlerde vurgular ve ses tonları değişmekte, bazı yerlerde açıklayıcı olurken bazı yerlerde ise emir tarzında kısa kelimeler ve cümlelerle olabilmektedir. Her ne şekilde olursa olsun anlaşma sağlanabiliyorsa da konuşurken en fazla dikkat edilecek hususlar anlatılmak isteneni tam olarak ifade etmek için kelimeleri özenle seçerek kullanmak ve ses tonuna dikkat etmek olarak belirtilebilir. İnsanlar kendilerine yüksek sesle konuşanları, konuşurken bağıranları çok dikkatli dinlemezler, belki bazı kelimeleri akıllarında tutarlar. Her ne kadar tane tane konuşsalar da gereksiz ayrıntılardan bahsederek konuşmayı uzatanlar da çok fazla umursanmazlar.     
Hiç düşündünüz mü bilmem ama muhakkak karşılaşmışsınızdır, insanların konuşması gerektiği halde konuşamadığı haller vardır. Mesela çok üzgünken konuşması çok zordur insanların. Kelimeler dökülmez dudaklarının arasından, belki de en zor halidir bu konuşmanın, daha doğrusu konuşamamanın. Bir şeyler söylemek zorunda olup da söyleyemediği zamanlar vardır insanın, dilinden parçalanmış kelimeler nefes aralarında yarım yamalak karışarak çıkarken, gözyaşları dökülür yanan kalbinin üzerine ve söyleyemedikleri sözler yüzünden her damlasında derinden sızlatır düştüğü yerleri. Konuşamamanın temelinde muhtemelen hüzün vardır bu yüzden…        
Konuşmak üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilir. Ha keza konuşmamak ve konuşamamak üzerine de. Ama asıl olan şudur ki insanlar meşru ölçüler çerçevesinde birbirleriyle konuşmalıdır. Hele insanlar konuştuklarını konuşmadan önce düşünüp, ölçüp, biçip, tartarak konuşurlarsa muhtemelen bazı anlaşmazlıklarda ortadan kalkmış olacaktır. Yazmak, konuşmaktan daha güç ama çok daha fazla anlam yüklüdür. Yazarmış gibi konuşursa insanlar sanırım hayat daha güzel olacaktır.  
Umarım konuşmuş olmak için konuşmamışımdır. Takdir, konuşurmuş gibi yazmaya çalıştığım bu yazıyı okuyarak birkaç dakika da olsa zamanını ayıran değerli okuyucularındır.
Selam ve muhabbetlerimle…

Kars’a Dair…

Kars Kalesi
2010 yılının 28 Ekim günü Sağlık Bakanlığınca yapılan kura sonucunda Kars’a tayinimin çıktığını öğrenmiştim.  O an yanımda bulunan iş arkadaşlarımın bir kısmı bu atamayla ilgili temennilerde bulunuyorlardı. Birkaç arkadaşımın gidip gitmeyeceğim hususunda tereddüt ettiğimi düşündüklerini tavırlarından anlamıştım. Birisi sonunda dayanamamış ve “Şimdi Konya’yı bırakıp da Kars’a gideceksin, öyle mi?” demişti hayretler içerisinde. Ses tonundan iyi niyetler içeren bu soru cümlesi karşısında tebessüm etmiş ve sorusunu cevaplamıştım.  “Evet gideceğim.”  Demiştim “Allah izin verirse” diye de tamamlamıştım. Arkası arkasına sorular gelmişti sonrasında da. Çok uzak olmasından, soğuk olmasına, küçük bir yer olmasından, Ermenistan sınırında olduğuna kadar bir yığın değişik sebepler içeren sorulardı bunlar. Gideceğim diyordum çünkü bir sınav sonucunda atanmıştım ve her şeyi bilerek sınava girmiştim. Çok iyi biliyordum ki bayağı uzaktı ama orası da vatanımızın bir parçasıydı. Ben gitmezsem, öbürü gitmezse kim giderdi oraya? Ayağınla basabildiğin yer yurdundu, gitmediğin yer yurdun olur muydu hiç?   Gidecektim, çalışmam gereken süreyi doldurduktan sonrası Allah kerim demiştim. Bu süre içerisinde en büyük problem ailem ve dostlarımdan ayrı kalmak zorunda olmamdı. Onu da izinlerimi parçalı olarak kullanmak suretiyle çözmeyi planlamıştım. Konya’dan ayrılmam hayatımın büyük bir bölümünü burada yaşadığım için oldukça zor olacaktı. Ailem buradaydı, dostlarım buradaydı, hasılı kelam Konya bambaşka bir diyardı. Ama beni çeken bir şeyler vardı Kars’ta ismini koyamadığım…
Kars Kalesinden Şehre Bakış
Her şeye rağmen tayin kararımın geldiği Aralık ayında Konya’daki görevimden ayrılmış ve hiç kimseyi tanımadığım serhat şehri Kars’a gitmiştim. Havaalanında uçaktan inmiş bir taksi ile önceden telefonla yer ayırttığım misafirhaneye gitmiştim. Hem her yer hem de herkes yabancıydı bana. İnsanın bilmediği bir yerde herhangi bir yere gidebilmesi için ne kadar çok soru sorduğunu o an yaşayarak anladım. Kısa bir dolmuş yolculuğu ve arkasından beş dakikalık bir yürüyüşten sonra yeni görev yapacağım kuruma gelmiştim. Resmi prosedürlerin tamamlanması fazla vaktimi almamıştı ama akşam çok çabuk olmuştu. O gün havanın çok erken saatlerde karardığını görmüştüm.  Akşam kaldığım yere gitmek sabah gelmekten çok daha kolay olmuştu. Ertesi gün görev yerimdeki yeni mesai arkadaşlarımla da tanışmaya başlamıştım artık. Bu arada Kars’ı da öğrenmeye çalışıyordum. Şehrin bugün bulunduğu yer Rus işgali zamanında yapılmış bölümüydü. Eski taş binaların bulunduğu düz sokaklardan oluşuyordu bu kısım. Bu sokakların 3-4 tanesi cadde olarak isimlendirilmişti. Buralar diğerlerine göre daha genişti. Cadde veya sokağın bir ucundan baktığınızda şayet tepe yoksa sonunu görebiliyordunuz ve birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu durum şehri öğrenmeyi kolaylaştırıyordu.  Bugün Kars’a ilk gittiğim günü hatırlamaya çalışırken Kars’a gitmek için verdiğim kararın son yıllardaki en iyi kararlarımdan birisi olduğu kanısına vardım. Sonra da bir yazı yazmak bu yazıda Kars’ta tanıdığım dostlarımdan isimlerini belirtmeden bahsetmek bu suretle de hem onları hayırla yad etmek hem de Kars’ı biraz anlatmak istedim. İsimlerini yazmasam da onlar bu yazıyı okuduklarında kendilerinin olduğunu bileceklerini ümit ediyorum.
Hasan Harakanî Türbesi
Kars’ta bulunduğum süre içerisinde bir çok yerini öğrenmeye çalıştım. Dolaştıkça ve Kars’la ilgili bazı kaynakları da okudukça şaşkınlığım o kadar arttı ki izah etmek kolay değil. İlk gittiğim yer Kars Kalesinin aşağı tarafında olan Ebul Hasan Harakâni Hazretlerinin türbesi idi. Kars yakınlarındaki Yahnı Dağı civarında Bizanslılarla Selçuklular arasında yapılan savaşta yaralanarak şehid olan bu büyük zatın türbesinden sonra Kars Kalesine çıkmış, şehre yukarıdan bakmıştım. Ardından Ermenilerin işgal yıllarında Kars’ın ileri gelen Türklerinden yüzden fazla kişiyi anlaşma yapmak üzere çağırdıktan sonra yakarak şehid ettikleri Ulu Camiye gitmiştim. Orada yanan insanların yağları eriyerek taşlara işlemiş ama birkaç sene önce restore edilirken bu kısımlar bilerek mi bilmeden mi sıvanarak kapatılmış. Mihrabındaki yağ lekelerinin çok küçük bir kısmı görülebiliyor. İnsanın içinin sızlamaması içten değil. Kars’ın küçük ve şartları zor bir şehir olmasına rağmen muhteşem bir potansiyeli olduğunu o gün anlamıştım. Sonrasında bütün ilçelerine, sayısı yüzden fazla köyüne gittim. Neden gittim sorusunun cevabı kısaca oraya çalışmaya gitmiş olmam şeklinde olacaktır. Başarılı olup olmadığım hususu benim değil yapmaya çalıştıklarımı değerlendireceklerin vereceği karara bağlıdır. Bir şeyler yapmak için gayret göstermek de zannımca ehemmiyetlidir.
Manuçehr Camii
Kars’ın istenilen seviyede değerlendirilmediğini düşündüğüm muhteşem tarihi ve turistik potansiyeli olduğu kanaatindeyim. Saymaya kalkılsa sayfalar dolusu eser çıkar karşımıza. Yalnız Kars’ı bakımsız ve düzenli olmayan bir halde görmek beni ziyadesiyle müteessir etti. Kars’ta Ani Şehri Harabeleri var ki bu şehri fethetmek için Alparslan ordusuyla uzun süre uğraşmış. Burası öyle büyük bir yermiş ki o dönemde Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’dan sonra en büyük şehriymiş. Tarihi İpek Yolu da buradan geçiyormuş. Bir Cumartesi günü sabah gidip neredeyse akşama kadar gezmeyi tamamlayamamıştık. Anadolu’da Türkler tarafından yapılan ilk Cami de bu harabeler içerisindeki Manuçehr Camisiymiş. İki dostumla gitmiştik oraya, biri yakın bir tarihte tayin olması sebebiyle Kars’tan ayrılmış öbürü ise galiba hala Kars’ta görev yapıyor. Ani’ye giderken yol üzerindeki Subatan Şehitliğini söylemeyi unuttum ki Ermenilerce yapılan zulümleri ve sonrasındaki katliamı hatırlamak bile yürek sızlatıcı. En son yapılan toplu mezar kazısında 600’den fazla kişiye ait kemik parçaları bulunmuş.
Allahu Ekber Dağları Şehitliği(Sarıkamış)
Mayıs ayının sonlarına doğru denetlemeye giderken aynı günde birden fazla iklim yaşamıştık. Şehirden çıkarken hava günlük güneşlikti. 15-20 km gidince daha da açılmış ama sonrasında yağmur yağmaya başlamıştı. Yağmur durduğunda bir köy yolundan geçiyorduk ki arabamız çamura saplanmış ve bu yüzden geriye dönmek zorunda kalmıştık. Sonrasında Sarıkamış’a gitmiştik ve orada da kar yağmıştı üzerimize. Sarıkamış deyince insanın aklına Allahu Ekber Dağları gelir ki o an o dağlar karşımızda duruyordu. Şehid Enver Paşa’yı ve Sarıkamış’ta şehid olanları düşünmüştüm işte o an içim sızlayarak. Kimsenin doğru dürüst bir şey araştırmadan Enver Paşa’nın sırtına yüklediği bir suç gibi görünür durur Sarıkamış... Aslında harekat planlarına uymayan Paşalardan, Karadeniz’de teçhizat getirirken batırılan gemilerden bahseden olmaz. Başka bir ilden gelip hala Kars’ta görev yapan dostum o günü hatırlayacaktır umarım. Kars’taki bazı aydın insanlarla tanışmamı sağlayan, muhabbet meclislerine beni de götüren dostumu da unutmadım bu arada…
Karlı ve soğuk Kars günlerinde böğürtlenli meyve çayı veya buna benzer karışık ve değişik çaylar içtiğimiz arkadaşlarım vardı. Tabii bu arada edebiyattan, tarihe, sanattan, günlük olayların tahliline kadar değişik konular hakkında da muhabbet ederdik. Çok fazla bir süre geçmeden bana  “Abi” diye hitap edecek kadar kıymet vermişler, yaptıkları sosyal aktivitelere beni de dahil etmişlerdi. İşlerini çok özenli bir biçimde yapan kardeşlerimi ve ayrıca kim sorarsa sorsun sorulan bütün sorulara en ince ayrıntısına kadar açıklama getiren bilgili dostumu da unutmadım bu arada. Ayrıldığım gün yediğimiz öğle yemeğini ve o yemekte bulunanları da bugün gibi hatırlıyorum. Kars’a ilk geldiğimden itibaren beni kardeşleri gibi görüp bu şekilde davrandıkları için onlara ne kadar minnet duysam azdır.
Kars’taki ilk günümde birlikte öğle yemeği yediğim, sonra bana kısaca Kars’ı öğreten, ayrılmadan bir önceki akşam birlikte yemek yediğimiz Kars’ın özü sözü bir, çalışkan, yerli Türkmen ve Azeri Türk’ü kardeşlerimi de söylemeden geçmeyeceğim bu arada. Onlar da kendilerini bileceklerdir. 

Bir Cumartesi günü sabah erkenden Doğubayazıt’a gitmiştim. Daha doğrusu Kars’ta görev yapan bir kardeşimin arabasıyla önce Iğdır’a sonra da haşmetli Ağrı Dağının yanından geçerek İshak Paşa Sarayını görmeye gitmiştik. Tarih ve samimiyet dolu güzel bir gün yaşamıştık o gün. O kardeşim hala Kars’ta ve umarım iyidir.
Kars’ta çok memnun olmadığım bir hal vardı ama bu çok da Kars’a özgü bir durum değildi. Anadolu’nun genelinde yemek kültürü genel olarak etten yapılan ve içine et konulan yemeklere dayanmakta. Kars’lı bir kardeşim et olmayan yemek yediklerinde doymadıklarını söylemişti gülerek. Misafirlerine etsiz yemek ikram etmenin ona değer vermemeye eşdeğer olduğunu da söylemişti ki bu daha önemli bir sosyolojik vakıa idi benim için. İşte bu yüzden Kars’ta iken yemek hususunda biraz sıkılmıştım bir süre. Et konulmayan yemek bulmak zor değil imkânsız gibi bir şeydir o coğrafyada. Hatta bir gün Kars’ın iyi lokantalarından birinde dayanamamış zeytinyağlı yemeğiniz var mı diye sormuştum. Garson önce şaşırmış sonra gülerek “Bizim burada etsiz yemek olmaz ağabey, kimse yemez ki” demişti gülerek. İçinden belki de “Nereden çattı bu adam” da demiş olabilir orasını yalnızca tahmin edebiliyorum.  
Kars’ta akşam yemeklerini yediğim DSİ Misafirhanesi vardı ki Kars’ın her açıdan en iyi kurum misafirhanesidir. Orada görevli bir Azeri Türk’ü aşçı kardeş var. Yöreye özgü değişik otlar içeren hafif ekşili bir çorba yapıyor ki yolunuz düşerse uğramanızı ve o çorbanın tadına bakmanızı öneririm. Ona Konya’lı biri önerdi derseniz o beni hatırlayacaktır.
Kars şehri  buram buram tarih kokan bir yer. Herkes tarih kitaplarında Kars-Gümrü Antlaşması diye bir şey okumuştur. Ben her gün o antlaşmanın imzalandığı binanın önünden geçiyordum. Değişik bir his uyanıyordu içimde. Biraz gayret gösterilse, emek ve para harcansa şehir tamamen açık hava müzesine dönüştürülebilecek kapasitede. Yapılacak masraf kısa sürede kolaylıkla geri kazanılabilir. 
Fethiye Camii(Ani Katedral)
Geçen yıl bu sıralarda güzel ülkemin en yüksek yerinde kurulmuş serhat şehri Kars’taydım. Oraya gittiğime hiç pişman olmadım. Şimdi güzel Konya’dayım. Yaklaşık yedi ay kadar görev yapmama rağmen ben Kars’ı da sevdim, Kars’ta bulunan gerek oralı gerekse de oralı olmayan dostlarımı da sevdim.  Orada tanıdığım bütün dostlarım ve herkese selam ve saygılarımı gönderiyorum.
 
 Ben onlardan razıydım, Allah(c.c.) da onlardan razı olsun.
Yolları da bahtları da açık olsun,
   Allah(c.c) her daim yar ve yardımcıları olsun.

Güzel Konya’nın güzel olmayan havası

Değerli Okuyucular,

2011 yılının Aralık ayının içerisinde Seydişehir üzerinden Antalya’ya bir toplantı için gitmiş ve sonrasında da aynı yoldan Konya’ya dönmüştüm. Her şey oldukça güzeldi ama dönüş yolunda Konya’ya yaklaşırken gördüğüm manzara karşısında hayretler içerisinde kalmıştım. Saat 14.00 civarlarıydı ve mevsim kış olmasına rağmen hava oldukça açık ve güneşliydi. Ovaya göz alabildiğince yayılmış bir vaziyetteki güzel Konya’nın üzerini koyu gri ile kahverengi arasında değişik renk tonlarındaki bir tabaka kaplamıştı. Bu tabaka o kadar yoğundu ki şehrin uzak kısımları görülemiyordu bile. Hava kirliliğinin böylesine açık ve güneşli bir havada bile bu kadar yoğun bir biçimde olmasını görmek beni daha da endişelendirdi. Çünkü havanın iyi olduğu zamanlarda ısınmak amacıyla katı yakıt tüketimi az olacak bu surette de havanın kirlenme ihtimali daha da azalacaktır. Tam tersi bir durum olduğunu görünce bu hali başkalarına da göstermek için araç içerisinden fotoğraflar çekmeye çalıştım. Bu fotoğraflardan bazılarını bu yazıyla birlikte paylaşacağım. Umarım durumun ehemmiyetini gösterebilmiş olurum.  
Hava kirlenmesinin tanımını kısaca: "Havanın doğal yapısında bulunan esas maddelerin yüzde miktarlarının değişmesi veya yapısına yabancı maddelerin girmesi sonucu insan sağlığını ve huzurunu bozan hayvan, bitki ve eşyaya zarar verecek derecede kirlenmiş olan havadır " şeklinde yapabiliriz. (1)
Hava kirliliğinin birbirinden farklı ve değişik kaynakları vardır. Plansız kentleşme ve yeşil bitki örtüsünün azlığı, nem oranı, basınç, sıcaklık, konum, topografik yapı, endüstrileşme, rüzgâr, yağış, ısınma ve ulaşım amaçlı yakıtların kullanımı vb. bu kaynaklardan sayılabilir. Hava kirliliğini etkileyen faktörlerin en önemlisini ısınma ve ulaşım amacı ile kullanılan yakıtların kalitesi teşkil etmektedir.

İnsan sağlığını etkileyen havadaki kirletici maddeler içinde yer alan ve hava kirliliği ölçümlerinde değerlendirilen Sülfürdioksit(SO2) ve Asılı Partiküler Maddelerin(PM) etkileri ayrı ayrı gözden geçirilmektedir. Tüm kirleticilerde olduğu gibi bunların sebep olacakları sorunun ciddiyeti kişilerin bu maddelere hangi miktarda ve ne kadar süre ile maruz kalmalarına bağlı olacaktır.

Hava kirliliğinin toplum sağlığı ile ilişkisini değerlendirirken bu kirleticilerin doğrudan doğruya insan sağlığına etkilerinin yanında içme ve sulama suyu kaynaklarına, bitki örtüsüne verdikleri zararı da göz önüne almak gerekir. Bitki örtüsünün zarar görmesi, gıda olarak tüketilen bitkilerde birtakım kirleticilerin birikmesi ve dolaylı olarak bunları tüketenlerde toksik etki oluşturabilecek düzeye ulaşması uzun süreler alabilmekte ama ağır sonuçlar doğurabilmektedir.

Bebekler ve gelişme çağındaki çocuklar, gebe ve emzikli kadınlar, yaşlılar, kronik solunum ve dolaşım sistemi hastalığı olanlar, endüstriyel işletmelerde çalışanlar, sigara kullananlar, düşük sosyo-ekonomik grup içinde yer alanlar hava kirliliğine bağlı risk grupları içerisindedir.(2)

Havadaki kirleticilerin sağlığa etkileri şu şekilde sıralanabilir: (3)
·         Solunum fonksiyonlarında bozulma
·         Solunum sistemi hastalıklarında artış
·         Kronik solunum sistemi hastalığı olan kişilerin hastalıklarının alevlenmesinde artış
·         Kronik kalp hastalığı olan kişilerin hastalıklarının alevlenmesinde artış
·         Kanser insidansında(4) artış
·         Erken ölüm insidansında artış

Konya il merkezinde özellikle akşamları hava kirliliği fazlasıyla hissedilmektedir. Bazı bölgelerde mesela Nalçacı Caddesinde bu öylesine belirgindir ki kömür dumanının neden olduğu kirlilik hemen anlaşılmaktadır. Konya’da doğalgaz olmasına rağmen hala ısrarla kalorifer sistemlerinde katı yakıt kullanılmasını anlayabilmiş değilim. Tamam diyelim ki insanlar katı yakıt kullanmakta ısrar ediyorlar o zaman bu katı yakıtın yanması ile oluşan ve havayı kirleten başta karbon olmak üzere diğer zararlı maddeleri tutacak veya azaltacak filtre sistemlerini neden kullanmazlar? Konya İl Mahalli Çevre Kurulunun 15/03/2011 tarih ve 2011/03 sayılı kararı ile bazı mahallelerde merkezi sistem katı yakıtla ısıtılan binaların bacalarında filtre sistemi uygulanması zorunlu hale getirilmiştir.(5) Bu karara istinaden Konya Büyükşehir Belediyesinin yaptıklarını internet sitesinde gördüm ama ne yazık ki hava kirliliği hala devam etmektedir. Anlaşılan odur ki Büyükşehir Belediyesince 15 Eylül 2011 tarihine kadar sistem dönüşümlerinin yapılması için verilen süre içerisinde sistemlerini düzeltmeyen katı yakıtla ısıtılan yerler bulunmaktadır. Konya Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanlığının kontrollerini sıklaştırarak havamızı pervasızca kirletenlere karşı mevzuatına uygun yaptırımlarda bulunması gerektiğini düşünüyorum.

Güzel Konya’nın havası da Konya’ya yakışır güzellikte olmalıdır.

Selam ve saygılarımla…



1- Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi -
    http://www.rshm.saglik.gov.tr/hki/pdf/hava.pdf
2- Türk Tabipleri Birliği - http://www.ttb.org.tr/
3- Türk Tabipleri Birliği - http://www.ttb.org.tr/ 
4-  İnsidans: Belirli bir nüfusta belirli bir zaman dilimi içerisinde belirli bir hastalık veya hastalıkların yeni olgularının sayısını
5-  Konya Büyükşehir Belediyesi - http://konya.bel.tr/sayfadetay.php?sayfaID=375