Şehit Olmuş Bir Öğretmeni Hatırlatma!..


1993’ün Ekim ayının yirmi üçüncü günüydü. Havalar yeni soğumaya başlamıştı. Konya’nın kara iklimi artık kendini belli ediyordu. Gündüzleri bir parça güneş, akşam ise daha ziyade bir serin hava… Hem çalışıyor hem de üniversitede tahsil hayatımı sürdürüyordum. Bir önceki gece nöbetçiydim ve sabah derse zar zor yetişmiştim. Saat 10.00 civarında ders arası olmuş kantine gitmiştim. Tam da kapısından içeri girmiştim ki Tarih Bölümünden bir arkadaşımla karşılaştım. Rengi atmıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Merakla ne olduğunu sordum. Yüzüme baktı önce ve arkasından “Haberin yok mu?” dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. “Hüseyin ağabey…” dedi konuşamadı. Anlayamadım ne olduğunu o anda. Hüseyin ağabey geldi gözümün önüne, bizden beş altı yaş büyüktü ama geçen yıl fakülteyi bitirmiş ve daha yeni öğretmen olarak atanmıştı. İlk bu geldi aklıma. Sözünü tamamladığında ise başıma kaynar sular döküldü sanki. “Hüseyin ağabey, şehit olmuş. PKK’lı teröristler görev yaptığı köye gelip onunla birlikte üç öğretmeni ve köyün imamını da alıp götürmüşler. İşkence yaparak onu, bir öğretmen arkadaşını ve imamı şehit etmişler.” Konuşamadım, bir şey diyemedim. Sonra sadece “Allah rahmet eylesin.” Dediğimi hatırlıyorum ve arkasından da geri dönüp, yürüdüğümü. Bu esnada ona dair birkaç anı geldi gözümün önüne. Onu tanıdığım zaman ben lise öğrencisiydim, o da yeni başlamıştı üniversiteye. Yüzünden tebessüm eksik olmayan, içinde bulunduğu zor şartlara rağmen okumaya çalışan, kendi halinde biriydi. Kimseye kötü davrandığını görmemiştim. Bozkır’ın bir köyündendi. Vatanına, milletine bağlı, haline rıza gösteren ve bundan da gocunmayan bir yapısı vardı. Anadolu’nun herhangi bir yerinde eskiden çokça rastlayabildiğiniz şimdilerde ise oldukça az olarak karşılaşabildiğiniz tipik bir Türk evladıydı…

Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Dadaşlar köyünde göreve başlayalı henüz on beş gün olmuşken şehit oldu Hüseyin Ağabey... Ona, belki oralılar bile oraya gidip görev yapmıyor, sen de gitme diyenler olmasına rağmen gitmişti. Orası da vatandı, Türk Bayrağı dalgalanacaktı okulun bahçesindeki direkte. Belki sırf bunun için gitmişti, kim bilir? Bekârdı, evlenememişti imkânsızlıktan. Belki de kalbindeki vatan sevgisinin çokluğundan başka sevgilere yelken açmaya fırsat bile bulamamıştı...

Bir gün kampüse giderken tramvay bakım istasyonunun karşısındaki elektrik trafosunun üzerinde adının yazıldığı bir tabela gördüm. Kızdım kendi kendime böyle şey mi olur diye. Onun hatırasını yaşatacaksanız bari bir okula verin adını, ne demek bu böyle diye kendi kendime söylendim. En nihayetinde bu yıl bir okula vermişler adını. Meram ilçesinde eskiden köy şimdi de mahalle olan Beybes’te yeni yapılan okulun adı onun adı olmuş. Şehit olalı yirmi sene de olsa kendi adıma teşekkür ederim, bu konuda emeği geçenlere…
            
Bu yazıyı neden yazdım biliyor musunuz? Çok sevdiğim bir arkadaşım bir paylaşımda bulunmuş. Onu okudum biraz önce. 1993 yılında Diyarbakır’da Hüseyin ağabeyden dört gün sonra yirmi bir yaşında babasıyla birlikte şehit edilen bir hanım öğretmen kardeşimizi anlatan bir yazıydı. Ben de dâhil olmak üzere önemsemediğimiz hemen her şeyi unutuyoruz hem de çok kolay bir biçimde. Ömrünün ilkbaharında iken canını veren kimleri unutmadık ki? Hatırlatmak istedim…

Hüseyin Ağabey’in ebedi istirahatgâhı Konya’da Musalla Mezarlığında olsa da o iki cihan serveri Peygamber Efendimizin yanında aslında… Ya onu işkenceyle şehit edenler?..

Saygılarımla…

http://www.meb.gov.tr/belirligunler/sehitogretmenler/ogretmenim.asp?ID=64

Gönül Alan...











Değerli Dostlar,

Şimdi nereden çıktı bu “Gönül Alan” diye soruyor olabilirsiniz. Bu “Gönül Alan” benim yayımlanan ilk romanımın ismi. Adının neden “Gönül Alan” olduğunu merak ediyorsanız o da kitabın içinde gizli, okuduğunuzda anlayacaksınız.

Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce ‘kendi yazdığım bir romanı nasıl anlatırım?’ sorusu dolandı kafamın içerisinde bir süre. Sonra kıymetli editörüm Çelebi ÖZTÜRK Bey’in kitabın arka kapağı için seçtiği tanıtım yazısıyla başlayayım istedim:

 “Elinizde tuttuğunuz bu kitap tertemiz bir aşkı anlatıyor.
Bütün benliği aşk acısıyla yanarken, sınırları zorlayan, her acıyı sabırla karşılayan ve Allah’tan gelen büyük bir nimet olarak gören bir delikanlının uzaklardaki sevgilinin hayaliyle yaşamasını, uzun yıllar geçtikten sonra bile onun için gözyaşı dökmesini hangi dil, hangi sözcük, hangi kelime anlatabilir?

…sevgi insanın boynuna güvercinin gerdanlığı gibi geçermiş, güvercin bunu istemese, hatta boynundan çıkarmak istese de çıkaramazmış. İnsan da böyle değil miydi? Kalbinden çıkarabilir miydi sevdiğini? Çıkaramazdı tabii ki. Zaten çıkarıyorsa sevmediğini göstermez mi?

Anlatımı akıcı, dili sade ve muhteşem kurgusuyla gerçek hayattan alınmış güzel bir aşk romanı. En küçükten en yaşlısına kadar her yaş grubundan insanın okuyabileceği, en masum duyguların anlatıldığı, edebi değeri yüksek bu romanın sayfalarını çevirirken kendinizi olayların içinde hissedecek, bazı yerlerde belki “ben de bunu yaşamıştım.” diye de mırıldanacaksınız…

Kitabı anlatan arka kapak yazısı bu kadar, ama tek bir cümle ile belirtilecek olsa kitabın isminin altında da yazdığım “hayatın içindeki hüzne dair” cümlesi daha kısa bir ifade olacaktır.

‘Kitapta neler yazıyor? Bu kitap neyi anlatıyor?’ diye soracak olursanız. Bu kitapta insanın hayatındaki aşk kelimesinin ne anlama geldiğini, unutmak diye bir şeyin olmadığını, hatırlamanın belki de çok ehemmiyet verilmeyen alelade nesnelere bağlı olabileceğini, okuduğunuzda farkına varacağınız diğer bazı insanî halleri ve bize dair fakat çok da farkında olmadığımız bazı hususları anlatmaya çalıştım.

Sizlerden istirhamım öncelikle kitabı okumanız ve okuduktan sonra ister olumlu isterse de olumsuz olsun kitapla ilgili fikir ve görüşlerinizi yorum yaparak veya elektronik posta adresime e-posta atarak bildirmeniz olacaktır. Her türlü eleştiri ve görüşünüzü değerlendireceğimi bilmenizi isterim.

‘Bu kitabı nereden bulurum?’ diyorsanız Konya'da oturan dostlarım Rampalı Çarşıdaki Hüner Kitabevinden temin edebilirler... Bir aksilik olmazsa gelecek haftadan itibaren kitappazaryeri.com internet sitesinden de temin edilebilecek. 


Selam ve saygılarımla...

Anneme…

Sen dünyanı değiştireli iki yıl oldu bugün, yanımızda olmadan geçen yediyüzotuzbir gün… 
İnsan, aklına getirdiğinde bile korkarak olmamasını istedikleriyle hiç beklemediği bir anda karşılaştığında ne hissederse onu hissetmiştim o gün… Sonrasında da takdir-i ilahiye razı olmuştum, mezarına her gidişimde yeniden hatırladığım gibi…

Anne, bu bahar yine güzel açan çiçekler dikti mezarına Levent, babam da o sevdiğin güllerden… Kokularını duymuşsundur nasılsa… Kızımın adına da “gül” eklediğin geldi aklıma, çok severdin ya gülleri…

Geçenlerde doğduğun köye gittik. Erken yaşta ölümüne çok üzüldüğün yeğenin Nail abimin kızını, Fatmanur’u gelin ettik. Keşke sen de, rahmetli dayım da, Nail abim de olsaydı da görseydiniz diye geçirdim aklımdan ama kimseye bunları söyleyemedim, üzülmesinler diye… Belki de onlar da aynı şeyleri düşündüler ve söyleyemediler, kim bilir?.. Sonra mezarlığa gittik. Dedemin, hiç görmediğim anneannemin, dayımın, Nail abimin ve diğer akrabalarımızın mezarlarını ziyaret ettik. Seninle her gittiğimizde yaptığımız gibi… Anneannemin mezarını ziyaret ederken fark ettim ki o vefat ettiğinde sen otuzlu yaşların başındaymışsın. Sen dünyanı değiştirdiğinde de ben otuzlu yaşlarımın sonlarına yaklaşıyordum. “Ben öldüğümde Ayşegül kaç yaşında olacak ki?” sorusu geldi aklıma, bunu da söyleyemedim, o an yanımda olan ne babama, ne abime, ne de Levent’e… Şu an “Allah geçinden versin oğlum, böyle konuşma…” dediğini çok iyi biliyorum… Köy içinde yürürken benim çok fazla hatırlamadığım bir akrabamızla karşılaştık. Konuşurken yüzüme doğru bakıp “Annen gibi tebessüm ediyorsun” dedi bana. Beni sana benzetmişti. O an gözlerim doldu, bir şey diyemedim, gözlerimin nemini gözlüklerimin altından kimseye belli etmemeye çalışarak silerken aynı zamanda aklımdan bize bakarak gülümsediğin zamanlar geçti, mütemadiyen…

Hayat akıp gidiyor ellerimizden, harcayarak yaşıyoruz işte, Allah’ın bize verdiği nefesleri...  Hepimizin sağlığı, sıhhati iyi elhamdülillah… Kapıldık gidiyoruz dünyanın anlamsız gaileleri içerisinde… Ara ara senin yokluğun vuruyor, bir de… Bu kadar işte…

Senin yokluğunu düşününce üstadın şu dizeleri beni bir nebze de olsa rahatlatıyor;
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..”

O kadar çok şey aklıma gelse ve yazmak istesem de kelimeleri cümlelere yerleştiremiyorum nedense? Ben yazsam da yazamasam da sen nasıl olsa anlarsın beni…

İnşallah, hep birlikte iki cihan serveri Peygamber Efendimize komşu oluruz…

Hiç...

















Seni hiç sevmedim ben,
bunu biliyor musun?
Nereden bileceksin ki?
Yüzünü hiç görmedim çünkü…
İnsan yüzünü görmediğini sever mi?
Onu hiç bilmem…
Hiç konuşmadık seninle,
sesini hiç duymadım bu yüzden…
gözlerine ise hiç bakmadım…
Ellerin mi?
Hiç değmedi ki ellerime…
Akşam vakti,
kuru ayazda,
üşüyerek,
hiç otobüs beklemedik seninle…
Kar, hiç yağmadı başımızın üzerine,
soğuktan donmuş karları,
hiç çiğnemedik
ayaklarımızla…
Yağmurda hiç ıslanmadık,
rüzgâr hiç vurmadı yüzümüze…
Ya güneş?
Güneş yoktu ki…
Hiç gökyüzüne bakmadık,
hayal de kurmadık hiç…
Gözlerimizin içinde gözlerimizi görüp,
hiç ağlamadık…
Geceleri hiç uykusuz kalmadım ben…
Hiç şiir de yazmadım sana,
mektup da…
Şarkı söylemeyi zaten bilmem…
Adını da hiç söylemedin bana,
ben de hiç söylemedim,
adını sana,
kendi adımı da…
Sahi, adın neydi senin?
Gözlerin hangi renkti?
Ya saçların?
Çehren nasıldı?
Hiç birini bilmiyorum…
Ve en önemlisi galiba,
hiç yalan söylemedim ben sana,
bu yazdıklarımın dışında...(BK)

Gözlerin gelir aklıma...














Gözlerin gelir aklıma, 
gözlerimin içine, 
gözlerinin içinden, 
baktığın o anlar, 
sessizce, kendiliğinden…
Belki bir yerde otururken, 
ya da otobüs durağında beklerken, 
etrafım insanlarla doluyken… 
Soğuk kış günlerinde rüzgâr,
bütün şiddetiyle, 
şakaklarımda soğukluğunu 
hissettirdiğinde, 
belki yolda hızlı hızlı yürürken 
yanımdan geçen bir kadının 
eşarbındaki kırmızı çiçekte, 
belki simit satan çocukların 
dudaklarından 
dökülen bir sözcükte, 
belki de bulmaca çözen bir yabancının, 
elindeki tükenen kalemi tutuşunda… 
Yahut araba kullanırken, 
radyoda çalan bir şarkının, 
son dörtlüğünün ilk mısrasında, 
merdivenlerden çıkarken 
attığım her adımda, 
ya da okuduğum herhangi bir kitabın 
bütün satırlarında… 
En ıssız vakitlerde, 
sabah gözümü açtığımda mesela, 
ya da gece olup da 
başımı yastığa koyduğumda, 
birden gözümde belirir, 
aklımdan hiç çıkmayan
güzel gözlerin ve sen…


Dosta Doğru...


Uzun yıllar önceydi. Konya’da Atatürk Sağlık Meslek Lisesinde öğrenciydim. Okulumuz yatılıydı. Üçüncü ve dördüncü katları yatakhane, ikinci katı derslikler, giriş katında ise Okul İdaresi, kütüphane ve yemekhane vardı. Bodrum katında ise kantin, televizyon salonu ve mutfak vardı. Günün yirmi dört saati hep birlikteydik. Ders de çalıştık, uyuduk da, top da oynadık, çay da içtik, çokça tartıştık, küstüğümüz zamanlar oldu. Hatta okuldan kaçtığımız da. İtiraf ediyorum bir kere de ben kaçmıştım okuldan, bir dostumla birlikte. İkinci sınıftaydık, bir Çarşamba akşamıydı sanırım, etüd yoktu. Okuldan kaçıp o zamanki adıyla Devlet Hastanesinin Dahiliye-Göğüs Servisine gitmiştik. Saat 20.00 civarlarıydı. Tedavi saatiydi anlayacağınız. Şimdiki gibi inraketler yoktu. Tedavi vaktinde o servisteki hemen hemen her hastaya damardan Aminocardol yapılırdı ki bu ilaç on mililitredir ve en az on dakika sürer yapması. Kaçma sebebimiz damardan enjeksiyon yaparak yalnızca el becerimizi arttırmaktı, belirteyim keyfi değildi anlayacağınız.
Yatılı okulda okuyanlar bilirler değişik bir hiyerarşi vardır, adı konulmamış. Önceleri zorlansak da bir süre sonra insan alışıyor. Bu da insandan insana farklılık arz ediyor tabii ki. Sonraları herkes kendine yakın hissettikleri ile samimi duygular içerisinde arkadaşlıklar yapmaya başlıyor. Burada da ilk belirleyici nokta aynı memleketten olma, bir yerlerden tanıma veya çok daha farklı sosyolojik durumlara bağlı olabiliyor. Gençliğin verdiği sonsuz enerji ve fütursuzlukla algılama yanlışlıkları eskilerin tabiriyle cahillikler de olmuyor değil. Bundan dolayıdır ki sevdikleriniz de oluyor, sevmedikleriniz de. Ama yıllar sonra anlıyorsunuz ki aynı kazandan yemek yediğinizden midir bilmem kardeş gibi oluveriyorsunuz. Hem de aynı dönemlerde okumadıklarınızla bile.
Yatılı okullar, okumaya (tahsil anlamında söylemiyorum) meraklı olanlar için bulunmaz fırsatlar verir insanın eline. Okuyan arkadaşlarınızdan yeni şeyler öğrenebilirsiniz, kitapları değişerek okuyabilirsiniz, hatta okuduklarınızı derin tahliller ederek tartışabilirsiniz. İddia ediyorum üniversite yıllarımda böyle ortamlarla karşılaşamadım. Bu yüzden dolayı da hâlâ üzülürüm. Konuları tartıştıkça dostluklarınız da artar. O zamanlarda azalır gibi görünse de. Bir de iyi bir kütüphanesi varsa sizden iyisi yoktur artık. Okudukça, konuştukça kafanızdaki önyargılar kalkacak, dostluklar artacaktır. İşte yatılı okulda okumanın avantajıdır belki benim de dostlarım oldu. Hem de ziyadesiyle. Hatıralara da fazlasıyla olur bu yüzden. Hiç unutmam bir Pazar günü etüd vaktinde Nene adında yazılmış bir hikayeyi Dede olarak piyes senaryosuna çevirmiştik. Sonra da okulda piyes olarak oynanmıştı. Dede’yi de tabii ki o dostum oynamıştı. Pamuktan sakallar yapmıştık ki hala o hali gözümün önüne gelir, buluşup eski günleri yad ederken.
Kütüphanemiz çok büyük değildi ama fena sayılmazdı. Türk Edebiyatında önemli yerleri olan Tarık Buğra’yı, Yahya Kemal’i, Mehmet Akif’i, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nu, Namık Kemal’i, Ömer Seyfettin’i, Reşat Nuri Güntekin’i, Necip Fazıl’ı, Abdurrahim Karakoç’u, Cengiz Dağcı’yı, Cengiz Aytmatov’u genç yaşta yitirdiğimiz Erol Güngör’ü, Yusuf Has Hacip’i, Fuzuli’yi, Beydeba’yı aynı zamanda Monteigne’i, Bacon’ı, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Steinbeck’i, Balzac’ı, Goethe’yi, A.Dumas’ı, Victor Hugo’yu ve şuan hatırlayamadığım nicesinin kitaplarından bazılarını oradan temin edip okumuştum. Öyle iç içeydik ki kitaplarla raflardaki yerlerini bile bildiğimiz zamanlar az değildi. Kütüphanede bulunmayanları ise başka bir şekilde temin edip okurduk.
Dostlarımın hepsini hayırla yad etmek istiyorum. Hepsini yazmak isterim ama onlarla ilgili birer satır yazsam sayfalar yetmez. Şükürler olsun ki o kadar çoklar. Yalnızca birkaç tanesini daha yazayım, onlar nasılsa kendilerini bilir. Bir dostum vardı ki kendisi güneyli olmasına rağmen aklı her daim kuzeydeydi. Hâlâ da öyle ama bunu çok fazla aşikar etmesem iyi olacak sanırım. Bazen üzücü haller de olurdu. Çok iyi futbol oynayan yetenekli bir arkadaşım vardı ki yanlış teşhisten dolayı futbol hayatı sona ermişti. Belki de ünlü bir futbolcu olabilecekti. Daha neler neler…  
Bazı şeylerin o zamanlarda farkına varamasak da şimdi daha iyi anlıyorum ki kardeş gibi dostlarımız olmuş. Bazen birbirimizle kötü olduğumuz, tartışıp, küstüğümüz zamanlar oldu çocukça ve anlamsızca. O yıllarda emsallerimiz daha küçük tepelerdeki kargalarla, doruklardaki kartalları karıştırırken bizler Kaf dağlarında Zümrüd-ü Ankalar aramaya başlamıştık gencecik bedenlerimizle… Büyük çoğunluğumuz hem çalıştılar hem de eğitimlerine devam ettiler. Sırtlarımızdaki ağırlıklar çoğaldıkça eğilecek yerde daha da dikleşti omuzlarımız… Zamanla fark ettik ki okulda bize verilen mesleki eğitimi, gerçek iş hayatında sandığımız kadar kullanma imkânımız ve selâhiyetimiz olamadı ne yazık ki. Binalar taştan, tuğladan, demirden, betondan olsa da oraları mekânlaştıran, bizlere sevdiren arkadaşlarımız, dostlarımızdı. Şimdi o bina yıkıldı, yanındaki hastane binasıyla birlikte. Büyük bir kompleks yapılacakmış. Birçok anımızın olduğu yerler şimdi yerle yeksan oldu. Ama orada edindiğim dostlarım ve arkadaşlarım ben ölene kadar kalbimde yaşayacaklar…
Rahmetli Abdurrahim Karakoç’un;
“İçimde her uzayan yol
Çıkar gider Dosta Doğru
Nergis, Itır, Menekşe, Gül
Kokar gider Dosta Doğru”
Dediği gibi benim gönlüm de yalnız yatılı okulda edindiğim değil bütün dostlarıma doğru her daim akıp gidecektir.  
Selamlarımla…

Çıkmaz Gözümün Nuru Gözün Didelerimden…


Çocukluğumda en sevmediğim cümleler, genellikle yaşı benden büyük olanların “biz çocukken” diye başladıkları cümlelerdi. Nedense içten içe bir yadırgama hisseder ama yine de sesimi çıkarmazdım. Yılların hızla geçtiğini, değer yargıları ve hayatın fütursuzca farklılaştığını, benim de bu kelimeleri kullanmaya başladığımı fark ettiğim zamanlar sanırım şairin yolun yarısı dediği yaş sınırını geçtiğim zamanlara tekabül eder. İnsan, bazı şeyleri zamanı geldiğinde yaşıyor galiba, her şey için geçerli olmasa da…

Geçenlerde arabayla işe giderken radyoda dinleyecek bir kanal arıyordum ki kulağıma güzel olduğunu düşündüğüm bir tını geldi. Nihavend bir eser zannettim ilk önce ama yeni dönem bir pop şarkısı olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Merak edip yarım dakika kadar dinledim. Yalnızca yarım dakika dayanabildim çünkü duyduğum üç mısra şarkı sözünün birbiriyle ilgisiz ve anlamsız bir halde olması ve arkasından müziğin kafama çivi çakılıyormuş gibi bir hale dönüşmesi beni başka bir radyo kanalı bulmaya yöneltti. Bu arada kendi kendime söylenmeyi de ihmal etmedim tabii ki. Benim gençliğimde Barış Manço, Sezen AKSU ve diğer sanatçılar vardı ama onlar hiçte böyle değildi. Şarkılarının hem sözleri anlamlı olur hem de müzik kaliteleri çok yüksek olurdu.

Böyle söylenirken bir yandan da kültürümüzün temel taşlarından birisi olan musikimiz geçti aklımdan. Hangi akla hizmet milletimize dayatılan halk ve sanat müziği söylemlerini de düşündüm bu sırada. Milletimizin çoğu şey gibi çok farkında olmadıklarından birisi de musikimizdir aslında. Musikimizin iki farklı formunu yani türkü ve şarkıyı halk ve sanat diye ayırmak bence musikimize ihanettir. Hangi formunu severseniz sevin Türk Musikisi sonsuz bir deryadır benim için. Gerek türkülerin gerekse de şarkıların müzik yapısı yanında insanımızı derin düşüncelere götürebilen sözleri vardır ki özenle seçilmiş kelimelerden oluşması açısından da ehemmiyetlidir. Milletimizin ruh inceliği müziğimize fazlasıyla yansımıştır. İnsanların müzik zevkinin tartışılmaması genel geçer bir kaidedir ve bu yüzden insanlar hoşuna giden her türlü müziği dinleyebilir. Popüler olanlar da dahil herkes için bu kural geçerlidir. Yalnız beste ile sözlerin uyumlu ve anlamlı olmasının kesinlikle göz ardı edilmemesi gerekir.

Benim çocukluğumda şimdiki zamanın aksine çok eski zamanlardan kalan incelikle önce en güzel yazılmış şiirler seçilir ve ondan sonra besteleri olurdu ki musikiyle birlikte insanların aklına o güzel mısralar da yerleşirdi. Geçen hafta bir arkadaşım özellikle gençlerin dinledikleri müzik parçalarının önce nakarat kısımlarının bilgisayarla oluşturulduğunu sonra da bu besteye uygun sözlerin uydurulduğunu, bu yüzden de anlamsız cümleler içerdiğini söylemişti ki o an dehşete kapılmıştım. Aklımdan sözlerini şiir olarak bildiğim bazı eserler geçti birden ve bu yazıyı yazmaya da o anda karar verdim. Sözlerinin bir kısmını hatırladığım bu eserlerden bazılarından öğrendiklerimi de sizlerle paylaşayım istedim ki bazılarını sizler zaten biliyorsunuzdur.

Mesela “Dönülmez Akşamın Ufkundayım” cümlesiyle başlayan şarkı aslında Yahya Kemal’in “Rindlerin Akşamı” isimli şiiridir. İlk mısrası “Her yer karanlık” olan Makber Şarkısı ise Abdülhak Hamid TARHAN’ın kaybettiği eşi için yazdığı meşhur şiirinin bestelenmiş halidir. Benim gençliğimde insanlar müzik dinlerken aynı zamanda; Sevgilisini aklından çıkaramadığından geceleri yatamayıp, bu fikri başından atamayanların her bir dertten yaman saydıkları ayrılığı, Ala gözlüsünden ayrı gecelerin uzun olduğunu, hasretlerin ayrılıkla başlayıp, yanan yüreklerin sessizce ağladığını, Saatlerin hüzünlere bölündüğünü, ayrılıkla sevginin beraber olduğunu, iki damla yaşın her şeye şahit olduğunu, Yıldızların yücelerden kayarken, renklerin geceden sıyrıldığı, yüreklerin inceden sızladığında sevgilinin düşünüldüğünü, Kalbe dolan o ilk bakışın, sevda ile ilk uyanışın, yıllar geçse de o bir ismin hiç unutulmayacağını, Sevdiğini son bir kez olsun yakından görmek için kurban olunduğu takdirde dağların yol verdiğini ve geçilebildiğini, ayrıca bu şarkının melodisinin duyulmasıyla aynı zamanda sevdiğinin hatırına gelindiğini, gülünce güllerin açılıp, bülbüllerin sevgiliyi söylediğini, Gamze gamze gülüp, göğsüne alıverince ikinci baharın geldiğini, Acılardan arta  bakışların kaldığını, gözlerdeki buğuların ise günbatımı bulutlar olduğunu, Yar gelirken ayakları toz olmasın diye küçelere(sokaklara) su serpenlerin olduğunu, Sevgiliyi annesi bile okşasa sevenin bağrının kan olduğunu, Beni düşünme derken beni aklından çıkarma ama yalnızca kendine iyi bak temennisinin dolaylı anlamını da şarkılardan öğreniyorlardı, belki de öğrendikleri daha da çoktu…


İnsanlar duygularını, özlemlerini, beklentilerini, söylemek isteyip de söyleyemediklerini, kaybettiklerini, yitirdiklerini, yandıklarını, yakıldıklarını, sevdiklerini, kavuştuklarını, kavuşamadıklarını, dünyalarını ve akla gelebilecek birçok şeyi şarkılarda ve türkülerde de söylerler. Birbirini göremeyen, görse bile konuşamayan, konuşsa bile söyleyemeyen, söylese bile anlatamayan, anlatsa bile anlaşılamayan, anlaşılsa bile kabul gören-görmeyen hisler hep şarkıların, türkülerin sözlerindedir. Bu açıdan bakıldığında da sözler çok ehemmiyete haizdir.  Aşağıda bağlantı adresini de belirttiğim Mehmet Hafid Bey’in güftesini yazdığı, Büyük Sanatçı Bimen ŞEN’in bestelediği Hüzzam Makamındaki şarkının ilk beyitindeki;
“Dil-hun olurum yad-ı cemalinle senin ben,
Çıkmaz gözümün nuru gözün didelerimden”
sözlerinin kim için yazıldığı bilinmez ama bugün “Senin yüzünü hatırlarken, seni anarken gönlüm kan ağlar, gözümün nuru olan gözün çıkmaz gözlerimden” anlamına geldiğini bilen âşıkların hissettikleri duyguların derinliği takdire şayandır… Benim sesim, söylediklerim, yazdıklarım doğrudan sana ulaşamasa da sen bunları bir biçimde duyduğunda, okuduğunda gönlüne dokunsun kabîlinden…  Dinlerken neler düşüneceksiniz neler…
Selamlarımla…

http://www.youtube.com/watch?v=ILGQoHmMHqc