Annem ve Kanser…


Değerli Okuyucular,

Bu satırları annesi 11 gün önce vefat eden birisi olarak yazıyorum. 12 gün önce bir kimse yanıma gelip “Annen yarın dünyasını değiştirecek ve sen 11 gün sonra onunla ilgili bir yazı yazacaksın” dese ne düşünürdüm bilmiyorum. Ümit ederim ki yazacaklarımı okurken sıkılmazsınız.

2007 yılının Temmuz ayının başlarıydı. Rahmetli annem bağırsaklarının bozulduğunu söylemiş, ben de havaların ısınması sebebiyle bu tür rahatsızlıkların arttığını düşünerek ve bir tabip arkadaşımın önerisi ile bir haftalık ilaç tedavisine başlamıştık. Sonrasında annemin tam olarak iyileşmemesi sebebiyle aile dostumuz olan Genel Cerrahi Uzmanı ağabeyimize birlikte muayeneye gitmiştik. Ardından yapılan tetkikler, biyopsiler, tomografiler derken aklımın ucuna getirmek bile istemediğim kanser hastalığına annemin de yakalanmış olduğunu öğrendiğimde önce çok şaşırmış, birden fazla organa yayılmış olduğunu duyduğumda ise başıma dağlar düşmüştü sanki. Acilen ameliyat olması gerektiği ve dahası Konya’da bu ameliyatın gerçekleştirilemeyecek olması yüzünden aile dostumuz genel cerrahi uzmanı ağabeyimizin ve bu konuda uzman olan arkadaşının önerileri ile Ankara’ya gittik. Annem orada ilk ameliyatını oldu. Sonrasında uygulanan kemoterapi ile karaciğerindeki tümörlerde küçülme oldu. Sonraki yıllarda iki kere daha karaciğerindeki tümörler çıkarıldı. Sayısını bilmediğimiz kadar kemoterapi uygulandı. Anneme ilk başta rahatsızlığı konusunda bilgi vermek istemiştik ama o eski bir sağlık çalışanı olduğu için her şeyi çoktan anlamış ve teşhisini koymuştu bile. İlk ameliyatından sonraki kısa bir süre dışında hep metanetini korudu. Doktorların tavsiyelerine göre davranmaya özen gösterdi. Onun hastalığa karşı savaşındaki gayreti tedavisini yapan doktorları bile şaşırtmıştı. Onunla aynı şekilde hasta olanların 5-6 ay kadar yaşadıkları halde annemin 3 yıldan fazla olan mücadelesi kimileri tarafından örnek olarak bile gösterilmeye başlanmıştı. Annemin tedavi sürecindeki temel düşüncemiz her türlü derdi, hastalığı veren Yüce Allah’ın bütün dertlere ve hastalıklara da şifa verdiği, bu yüzden de şifa için gayret göstermek gerektiğiydi. Annemin şifası ise ilaçlarla oluyordu ve biz de hem doktorlara hem de ilaçlara ulaşabiliyorduk elhamdülillah. Aynı zamanda moralini de hep en üst seviyede tutmaya çalıştık ailemizin bütün fertleriyle birlikte. Annem son iki yıldır dönemler halinde kemoterapi almakta, üçer aylık periyotlarda da kontrolleri yapılmaktaydı. Her şeyin iyiye gittiğini düşündüğüm bir zamanda annemin karaciğeri ile ilgili bazı tetkiklerinin normalden çok farklı çıkması ve sonrasında çekilen MR ile de annemin ellerimizi bırakıp gitmekte olduğunu fark ettiğimde ise o ilk teşhis günü hissettiklerimin aynısını hissettim. Tek bir yol vardı o da ameliyat olmasıydı. Ameliyat oldu ama 5 günlük bir yoğun bakım sürecinden sonra benim güzel annem dünyasını değiştirdi. Bu duruma çok üzüldüm ama sonra hatırladım ki doğan herkes vakti geldiğinde dünyasını değiştirecek. Bakara Sûresi 156. Ayette belirtildiği gibi; “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.”

Bir yakınınız kanser hastası ise size tavsiyem şudur. Öncelikle elinizdeki imkânlar çerçevesinde modern tıbbın uyguladığı metotlarla tedavi için gayret gösterin. İnsanların ümitlerini sömürenlerin doğruluğu bilimsel olarak ispat edilmemiş hiçbir tedavi yolunu denemeyin. Bilmem ne otu ile falanca iyileşmiş, filancanın hiçbir şeyi kalmamış gibi söylemlere itibar etmeyin. Hastalığın durumuna göre Tıbbi Onkoloji Uzmanının uyguladığı tedavi sürerken de doktorunuzun önerilerine harfiyen uyun. Hastanızın beslenmesine azami dikkat edin ki gıda olarak tüketilen bazı maddeler ilaçların etkisini azaltmasın. Doktorunuz bu konuda size bilgi verecektir. Burada önemli olan bir hususu da sakın ihmal etmeyin. Hem kendi moralinizi hem de hastanızın moralini en üst düzeye çıkarmaya gayret edin. Biz bu belirttiklerime göre davrandık ve Allah’ın izni ile başarılı da olduk. Ta ki takdiri ilahi oluncaya kadar. Bu arada şunu da unutmayın hastanıza karşı kesinlikle yapmacık davranmayın, hastanız bunu kolaylıkla anlayabilecek ve bu yüzden de üzülecektir.

Annenizin ve sevdiklerinizin kıymetini onları kaybetmeden bilmek çok önemli. Ben annemin kıymetini her daim bildiğimi düşünüyorum. İnşallah yanılmıyorumdur. Hasta olmadan ve hastalandıktan sonra da her gün onu ziyaret ederdim. En az 15-20 dakika kadar yanında durur, konuşur, gönlünü hoş eder, hatırını sorardım. Benim bu şekilde ziyaret etmemden memnun olduğunu gözlerinden anlardım. Uğrayamazsam telefon eder birkaç dakika konuşurdum. Şimdi eve uğrasam salondaki koltukta oturup pencereden dışarıyı seyrettiğini, telefon etsem onun telefonu açacağını sanıyorum ama bunların olmayacağını da biliyorum. Ne garip şey değil mi? Allah mekânını cennet eylesin…

Umarım yazdıklarımdan dolayı sıkılmamışsınızdır. Dünyasını değiştiren Annemin cenazesine katılan, evimize gelen, telefonla arayan ve başka yollarla taziyelerini bildiren dost, arkadaş, akraba ve tanıdıklarıma buradan şükranlarımı sunarım. Allah hepsinden razı olsun. Anne ve babası sağ olanlara hayırlı ve sağlıklı ömür, vefat etmiş olanlara da Allah’tan rahmet dilerim. İnşallah cennet mekânları olur ve bizler de oralara gidebilirsek oralarda buluşuruz. Peygamber Efendimiz başta olmak üzere dünyasını değiştiren bütün Müslümanlar için bir Fatiha okuyup göndermenizi isterken Cahit Sıtkı TARANCI’nın meşhur şiirinin son satırları ile bugünkü yazımı da nihayetlendirmek istiyorum.

“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”

Selam ve saygılarımla… (21.06.2011)

Kadınlar hakkında kısacık hatırlatma…


Değerli Okuyucular;

Bugün nereden aklıma geldiyse böyle bir şeyler yazmak geçti içimden. İlginizi çeker mi bilmem ama başlarken belirtmem de fayda var, bence kadınlar dünyanın mihenk taşıdır. Şimdi geçmişe doğru giderek bu yazımıza başlamış olalım.

Hepimiz biliriz ki Allah(c.c.) ilk insan Hz.Adem’i yarattıktan sonra Hz.Havva’yı ona eş olarak yaratmıştır. Bu yüzden insanların soyu Hz.Adem ve Hz.Havva’ya dayanmaktadır. Kadınlar ve erkekler insanlık tarihi boyunca birbirlerine eş olsalar da kadınlar yaradılışları gereği erkeklere kıyasla daha güçsüz ve narin olmalarından dolayı bazı dönemlerde en kötü muamelelere tabi tutulmuşlardır. Alınıp satılabilen bir meta olarak görüldükleri, yalnızca köle olarak bir takım işleri yapmak zorunda bırakılarak hayatlarını sürdürebilmelerine imkan tanındıkları zamanlar az değildir. Bugünkü tarih bilgimize göre Eski Roma ve diğer topluluklarda, Cahiliye dönemindeki Arap Yarımadasında hürriyeti yanında yaşama hakkı bile olmayan varlıklar olarak da görülmüşlerdir. Düşünün ki kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi ne büyük bir vahşettir. Peygamber Efendimizin nübüvvetinden sonra ise Arap Yarımadasında ve İslamiyeti kabul eden topluluklarda kadınlar olması gereken saygınlığına ulaşmışlardır. İnanç hürriyetinin bile olmadığı bir topluluktan Hz.Rabia-tül Adeviyye gibi hanım veliler, evliyalar olan bir zamana geçilmiştir.

Birçok millet kadınlara hak ettiği saygıyı göstermese de Türkler açısından tarih boyunca durum biraz farklı olmuştur. Belki de dünyada kadınlara en fazla saygıyı ve değeri gösteren millet Türkler olmuştur. Bu saygı destanlarda, dilden dile anlatıla gelen hikayeler de bile bulunmaktadır. Kadınlara mümkün olduğunca her türlü eğitim verilmeye çalışılmış hatta aynı çağlarda yaşayan diğer topluluklardan farklı olarak ata binmek, ok atmak, kılıç kullanmak gibi genelde erkeklerin yapabildikleri bir takım şeyler bile öğretilmiştir. Kitab-ı Dede Korkut’u okuyanlar Bamsı Beyrek ile Banuçiçek hikayesini hatırlarlarsa burada saydıklarımı daha iyi anlayacaklardır. Tabii ki burada verdiğim örnekler iyi olanlardır, muhakkak ki kişi nispetinde zulüm görenler de olmuş ve belki de hâlâ olmaktadır.

Kadınların önemi aslında insan hayatının her safhasında gizlidir. İnsanların bir anne ve babası olsa da hamilelik döneminden itibaren en fazla meşakkat çeken anneler yani kadınlardır. Çocuklar dünyaya geldikten sonra onları besleyen, büyüten varlıklar da annelerdir. Erkeklerin birtakım vazifeleri olsa da çocuklar üzerinde en fazla gayret ve ihtimam annelere aittir. Tabii ki bazı istisnai haller olabilirse de genel geçer kaide budur. Çocukları bir hamur gibi eğiten ve birçok şeyi öğretenler yine kadınlardır. İnsan hayatında kadın o kadar önemlidir ki mümkün olabildiğince en üst seviyede eğitim ve öğretime tabi tutulması bence en büyük yükümlülüktür. Şöyle bir düşünün annelerimiz, ablalarımız, kız kardeşlerimiz, kızlarımız, âşık olduklarımız, bizlere âşık olanlar hep kadınlardır. İnsanların geçmişini şekillendiren, geleceğinin de biçimlenmesindeki en önemli etken olan kadınların her manada yükselmesi ve ilerlemesi insanlığın da mutlak olarak ilerlemesi anlamına gelir. Kadınları alçaltmak ise bir milletin maruz kalabileceği en kötü durumdur. Dünya üzerinde beşeriyetin en düşük olduğu bölgeler kadınların cahil bırakıldığı, meta olarak görüldüğü, ahlâk ve namus kavramlarının olmadığı yerlerdir. Kadınları ahlâk yoksunu haline getirmek veya basit bir takım olgular içerisine hapsetmek onları ve dolayısıyla da beşeriyeti alçaltan bir başka önemli durumdur.

Mihenk taşlarınıza gerekli ehemmiyeti vermeniz dileklerimle...

Sağlıklı Olmak, Hasta Olmak, Engelli Olmak…

Sağlıklı olmak nedir?

İnsanların büyük bir çoğunluğu bu soruya muhatap olduğunda genelde herhangi bir hastalığın olmaması hali olduğunu düşünmektedirler. Temel olarak bu bakış açısı yadsınamaz, lâkin bu durumu biraz daha geniş olarak açıklamakta muhakkak ki fayda olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı tanımlarken insanların yalnızca bir hastalığının olmamasından ziyade aynı zamanda ruhen, bedenen ve sosyal yönden iyi olma hali şeklinde ifade etmektedir. Bu çerçevede biraz daha anlaşılır hale getirmek istersek; duygu yapısı ve zihin aktiviteleri normal, fiziki bir engeli ile ruhi açıdan herhangi bir anormal hâli olmama durumu olarak da belirtilebilir.

Hasta olmak…

Bu kavram kısaca sağlıklı olma halinin yitirilmesi olarak tanımlanabilir. İnsan her şeye dikkat etse dahi kontrol edemediği sebeplerden dolayı her an hastalanma riski ile karşı karşıyadır. Siz ne kadar özen gösterirseniz gösterin bazı şeyler olabilir. Mesela genetik olarak sahip olduğunuz bir gen sebebiyle belli bir hastalığa yatkınlığınız olabilir; belli bir yaş sınırına geldiğinizde o hastalık ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda tedavi yollarını kulaktan dolma bilgilerle değil, sağlık kurum ve kuruluşlarında aramak gerekir.

Engelli olmak…

Doğuştan veya daha sonra herhangi bir sebepten dolayı bedeni bir takım yetkinliklerin olmaması, kaybedilmesi veya normalden daha az olması hali şeklinde özetlenebilir. Engel durumu vücudun tamamını veya herhangi bir bölümünü etkileyebilir. Ama bu durum hayatın sürdürülmesine kesinlikle engel olmayacağı gibi, Allah’ın insana verdiği ömür, içinde bulunulan her türlü şarta göre sürdürülmelidir.

Engelli kardeşlerimizin eğitim ve öğretimine daha çok özen göstermek, onların toplum içerisinde bulunmasını sağlamak çok önemlidir. Onların çok farklı yetenekleri bu suretle ortaya çıkabilir. Mesela görme engelli kardeşlerimizin zihinsel ve duyma aktiviteleri çok üst düzeyde olabilmektedir.

Sözün aslı…

Hayatımızı sürdürürken bedenimize ve ruhumuza yeterli düzeyde bakma yükümlülüğümüz bulunmaktadır. Vücudumuzun ihtiyacı olan besinleri yeterli miktarda yemeli, temizliğe mümkün olduğunca özen göstermeli ve ruhumuzu kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Yapılan araştırmalarda normal günlük hayatta ve hastane ortamlarında enfeksiyonları önlemenin en kolay ve ekonomik yolunun elleri yıkamak olduğu sonucuna varılmıştır. Bu basit işlem sağlığın korunmasında azami etkiye sahiptir. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, mümkün olduğunca az yemek ve yemeği çok sıcak yememek Peygamber Efendimizin sünnetlerinden olup aslında sağlığın korunması açısından verdiği evrensel mesajlarından birkaç tanesidir.

İnsanlar hayatlarını sürdürürken öncelikle hasta olmamak için gayret göstermelidirler. Gösterdikleri gayretlere rağmen hastalanırlarsa “Şifa Allah’tan” diyerek tedavi yollarını aramalıdırlar. Modern tıp gün geçtikçe ilerlemekte, çaresi olmadığı sanılan hastalıklar değişik yöntemler kullanılmak suretiyle tedavi edilebilmektedir.

İnsanların hastalanma konusunda belki de en büyük yanılgısı “Bana bir şey olmaz, ben hastalanmam” şeklindeki kuruntularıdır. Herkes hastalanabilir, önemli olan bu hastalıklar çok fazla ilerlemeden teşhis ve tedavisinin uygun yerlerde yapılmasıdır. Hastalanmam demek yerine “Ben de hastalanırım.” demek belki de insan olmayı anlamaktır.

Sağlıklı olmak, hasta olmak ve engelli olmak insanların hayatlarının tamamında veya dönem dönem karşılaşabilecekleri durumlardır. Meşhur bir sözümüz vardır “Düşmez kalkmaz bir Allah” diye. İnsanlar sağlıklı iken herhangi bir sebepten dolayı hastalanabilirler, tedavi ile iyileşebilirler, bedenlerinde ve ruhlarında bazı izler kalabilir, kazalar geçirebilir, vücutlarının bazı bölümlerini kaybedebilirler. İnsan olarak hepimiz her gün hastalanma ve engelli olma potansiyeline sahibiz. Her ne hâlde olursak olalım; ister sağlıklı, ister hasta, ister engelli olalım, sonuçta insan olduğumuzu, herkesin insan olarak yaşamaya hakkı olduğunu unutmayalım.

Allah kimseyi izansız bırakmasın…

Selam ve muhabbetlerimle…

Hasta Hakkı Nedir? Ne değildir?

Kıymetli okuyucular;

Başlığı okuduğunuzda Hakkı adında bir hasta olduğunu düşünmemişsinizdir umarım. Kadın hakları bahis konusu olduğunda “Kadın Hakkı” tabirini kullananlara “Hakkı erkek ismidir, Hakkı adında kadın olmaz.” diye şaka yapan bazı arkadaşlarımız olduğu için böyle başlamak istedim. Bu çerçevede konu ile ilgili aşağıda yazacaklarım tamamıyla bana ait düşünceler olup herhangi bir kişi, kurum, kuruluş vb. ile kesinlikle alakalı değildir.

Tabirden de açıkça belli olduğu üzere hastaların bir takım hakları vardır. Bu hakların başında ilk olarak insanca muamele görmek gelir. Herkesin söylediği bu insanca muamelenin karşılığı insanlar tarafından farklı olarak anlaşılsa da konumuz açısından bakıldığında ilk olarak bütün insanlara karşı davranışlarımızda özen göstereceğimiz güler yüzlü olma hali düşünülebilir. Kim hangi işi yaparsa yapsın, hangi unvanda olursa olsun bütün insanlara karşı güler yüzlü davranmalıdır. Tebessüm, bütün kapıları açan muhteşem bir anahtardır. Doktorlar, Sağlık Memurları, Ebeler, Hemşireler ve diğer unvanlardaki bütün sağlık çalışanlarının hastalar ve yakınları ile düzgün bir biçimde iletişime geçmeleri ise tebessümden sonra gelen hasta haklarındandır. Güzel konuşmak, hastayı ve yakınlarını iyi dinlemek, onların da verilecek tavsiyeleri veya tedavileri uygulamaları açısından ehemmiyetlidir. Hastaların insan haysiyetine yakışır biçimde muayene edilmeleri, düzenlenecek tedavilerinin uygun olması, tedavilerinin sağlık kurum ve kuruluşlarında uygulanması sırasında ise her türlü hassasiyete özen gösterilmesi aslında çok zor şeyler değildir. Dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan hatta yakın akrabalarımızdan maruz kaldıkları veya şahit oldukları onlarca durum dinlemişizdir. Kimileri kendilerini muayene etmeden, hatta kızıp, bağırarak ilaç yazanlardan, kimileri suratlarına bile bakmadan yalnızca “yat, kolunu aç, kalçanı aç” gibi emir cümleleri kullanarak iğne yapanlardan falan bahsederler ki bu örnekler daha da çoğaltılabilir ama kötü misallerin genel olarak ehemmiyeti yoktur. Bunun yanında insanlara samimi hislerle davranan sağlık çalışanları da vardır. Aynı bütün insan topluluklarında olduğu gibi, iyiler ve iyi olmayanlar iç içe…

Hasta hakları açısından nirengi noktası şudur: Bir kişinin herhangi bir sağlık kurum veya kuruluşunda muayene ve tedavisinin yapılması hasta hakkı değildir. Şaşırdınız değil mi? Hasta hakkı, hasta ve yakınlarının sağlık kurum veya kuruluşlarına girişinden itibaren her türlü muayene, tetkik, tahlil ve tıbbi uygulamaların insan haysiyetine, inancına, değerlerine ve saygınlığına uygun bir biçimde yapılmasıdır.

Şimdi burada şöyle bir durum düşünülebilir: “Ben hastayım, bana bakmak zorundalar, tedavimi yapmak zorundalar” gibi mecburiyet içeren bir bakış açısı oluşursa ki bu tamamen yanlıştır. Çünkü hasta olarak bir sağlık kurum veya kuruluşuna gittiğimizde karşımıza çıkanlar, tedavimizin her aşamasında bulunacak olanlar da bizler gibi etten kemikten yaratılmış insanlardır. Hasta ve yakınlarının kötü muamele görmeleri ne kadar yanlışsa sağlık çalışanlarının da böyle bir duruma maruz kalmaları yanlıştır. Hiç kimsenin, görevini yapmaya çalışan sağlık çalışanlarına bu tür bir düşünceden ötürü uygun olmayan davranışlar sergilemeye hakkı olmadığı kanaatindeyim.

Hem hasta olduğumuzda hem de herhangi bir yakınımızın hastalığı sebebiyle sağlık kurum ve kuruluşlarından birine müracaat ettiğimizde sağlık çalışanlarına karşı davranışlarımıza özen göstermeliyiz. Başka hastaların sırasını gasp etmemeli ve hiçbir sağlık çalışanının vaktini boşa harcamasına sebebiyet vermemeliyiz. Sağlık çalışanları ise hasta ve yakınlarına karşı yazımın başında da söylediğim gibi her zaman özenli davranmalıdır. Hasta ve yakınlarına uygun olmayan biçimde davranmanın milyonda bir ihtimalle olabilecek durumlar dışında açıklanabilir herhangi bir izahı yoktur.

Bence insanlar arası bütün diyaloglarda en önemli davranış şekli tebessüm edebilmektir. Sakın yanlış anlaşılmasın bu yazı içerisinde tebessüm olarak ifade ettiğim hâl, insanları kandırmak için yapılan sahte gülücükler değildir. Hayatımızın hiçbir noktasında tebessüm etmeyi bırakmadığımız takdirde hem Peygamber Efendimizin sünnetini yerine getirmiş olacağız hem de bütün kapıları açan bir anahtarımız olacaktır. Tebessüm edemeyecek bir hâldeysek o zaman da en azından kimseyi kırmamaya ve incitmemeye gayret edelim. Alvarlı Efe Hazretlerinin meşhur bir şiirinin ilk iki mısrası ile bu yazıyı nihayetlendireyim:


“Hazer* kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme
Esir-i gurbet-i nalan** olan insanı incitme.”

Bülent KESKİN


* Hazer : İmtina etmek, çekinmek, zarar gelebilecek bir durumdan kaçınmak, korunmak.
** Nalan : İnleyici, inleyen.


Ferhat ve Meczup

Ferhat, Şirin'e olan hasretini vuslata eriştirecek olan dağ delme işini neredeyse yarılamıştı. Bir anda, güçsüzleşmeye dermansızlaşmaya başladı ne olduğunu anlayamamıştı. Koca koca kayaları bir vuruşta paramparça eden Ferhat elindeki kazmayı kaldırıp indirmede zorlanıyordu. Bu hâl üzerinde bir süre daha çalışmaya devam etti ama olmuyordu onu vuslata erdirecek o kayaları kıramıyordu artık. Elindeki kazmayı kenara bırakıp bir süre dinlenmeye karar verdi. Biraz önce yanından geçen sâkinin bıraktığı sudan bir yudum yudumlayıp sırtını bir taşa dayayıp düşünmeye başladı. Acaba ne olmuştu da bu hale gelmişti'? Vucudu yorgun olduğu için oturduğu yerde uyumaya başlamıştı. Aklında ne oldu bana sorusu ile uyuduğu için rüya görmeye başlamıştı. Rüyasında bu derdinin sebebini bilebilecek birini aramaya başladı. Derdini kime anlatsa ona bir kişiyi tarif ediyorlardı. O kişi dağ başında yalnız başına yaşayan “Meczup” lakaplı âşıktı. Ferhat rüyasında kişilerin dedikleri yere doğru yol almaya başlamıştı. Karışık bir orman içinde dedikleri tarife uyan bir kişi gördü. Saçı sakalı karışık, üstü başı perişan bir kişiydi. Bu kişinin yanına yaklaşıp selam verdi ve konuşmaya başladı:
-Ey dertlilerin derdine çare bulan âşık. Derdimi sana anlatayım da benim de derdime bir çare bul, dedi.

Meczup kafasını bile kaldırmadan;
-Anlatmana gerek yok ey aşkı için dağları delmeyi göze olan yiğit âşık, sen gelmeden derdin bize ulaştı, dedi.

Ferhat;
-Peki söyle o zaman söyle nedir benim derdimin sebebi? Neden ben böyle güçsüz düştüm mecalim kalmadı?

Meczup;
-Aslında sen de biliyorsun neden bu hale geldiğini, sadece az düşünüyorsun bu yüzden farkına varamıyorsun yaptığın hatanın, dedi.

Ferhat durdu, tekrar düşünmeye başladı, fakat bir türlü bulamadı bu halin sebebini ve Meczub'a rica etti;
-Ne olur söyleyiver ne hata işledim.

Meczup;
-Peki dedi ve devam etti. Hani o kocaman kayaları tek vuruşta paramparça ettiğin sırada yanına bir saki gelmişti ve onunla bir süre sohbet etmiştin hatta suyundan içtin.

Ferhat hemen atıldı.
-Yoksa, yoksa bana verdiği suda zehir mi vardı? O da benim Şirin'e ulaşmamı istemeyen kişilerden birimiydi? dedi.

Meczup
-Hayır, dedi. Ne suyunda zehir vardı ne de vuslatınızı istemeyen biriydi. Sadece sohbet ederken senin söylediğin bir söz aşkınıza zehir kattı. Hani o saki sana sormuştu "Bu kocaman dağı sen mi kazıp bu hale getirdin?" diye. Sen de " evet 'ben' kazdım" demiştin. Şimdi hatırladın mı?

Ferhat;
-Evet hatırladım, ama bunda yanlış olan nedir bunu anlayamadım? dedi.

Meczup;
-Demiştim sana az düşünüyorsun diye. "Ben kazdım" dediğin an sen 'benlik' duygusuna kapıldın o an hatırından Şirin'i çıkardın. Burada yanlış yaptın işte. Şirin her sabah sen uyanmadan önce senin için dualar ediyor "Ya Rabbim! sen Ferhat'a güç, kuvvet ver onun gücüne güç, sabrına sabır kat” diye. Senin kayalara vurduğun her kazmanın vuruşundan haberi var Şirin'in. Senin her vuruşundan önce "Ha gayret Ferhat" diye inliyor. Sen ise hâlâ "Ben kazdım" diyorsun gaflet içinde...

Ferhat soğuk terler içinde göz yaşları ile titreyerek uyandı uykusundan ve toprağa kapanarak tövbe etmeye başladı.
-Rabbim sen beni affet o anki gafletimi bağışla ve bir daha bir an olsun Şirin'i hatırımdan çıkarmaktan, beni bana bırakmaktan nefsime uymaktan koru...

Amin...   (Anonim)

Sen mi Kays’ı daha çok sevdin?

Leyla'ya sormuşlar:
Sen mi Kays’ı daha çok sevdin; yoksa o mu seni?”diye.
“Elbette ben onu daha çok sevdim!” demişti Leyla
Kays adını duyar duymaz gözünden yaşlar boşanarak “Elbette ben onu daha çok sevdim!” demişti…
“Nedir delilin nasıl ispat edersin onu daha çok sevdiğini üstelik o senin için çılgınlığa varmış aklını yitirmiş mecnun olmuşken?” O vakit Leyla ağlayarak:
“Dostlar!..”demişti “sırdır ki gizli gerektir sevgilinin adını dile düşürmek hakikatte ayıptır. Kays bir dağ delisi gibi davrandı gitti sahralarda çöllerde aşkımız ona buna anlattı ben kimseciklerle paylaşmadım onun sevgisini içimde büyüttüm büyüttüm büyüttüm… Budur ki benim onu daha çok sevdiğime delildir.“
- Mecnun kime anlattı ki aşkını?
-Kurtlara kuşlara anlattı yalnızca ağzı var dili yok kurtlara kuşlara. Buna rağmen sırlarına halel geldi sevdaları dillere düştü şiirlere nakış oldu.
Sevgi dediğin aşk dediğin mahremdir dile getirmek mahremine halel getirmektir…

Dunning-Kruger Etkisi – Cahil Cesareti

Dunning-Kruger Sendromu

Dunning-Kruger Etkisi – Cahil Cesareti

Cornell University’de görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani “Dunning-Kruger Etkisi” adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır “cahil cesareti” dediği şeydir aslında.

Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel Ödülü kazandılar.

Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan teorileri özetle, “cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır” der.

Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:

- Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
- Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
- Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
- Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Değerlendirme Zaafı
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’ nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden “testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini” istediler.

En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60′ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70′e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.

En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70′ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.

İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, “kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliği”ne bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu “yetersizlik + haddini bilmeme” kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan “yetersiz”, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir “hak” olarak görecektir. “Uyanıklık” bilecektir.

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında “fazla alçakgönüllü” davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından “ihtiras eksikliği” ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde “aynı yoldan geçmiş” insanlardır.

Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, “kendine güvenen ve iyi sonuç alma ihtimali yüksek” adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.

Sonuçta, “kifayetsiz muhterisler” her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.

"Yetersiz ve Hırslı" Kişiyi Nasıl Tanırsınız?
  Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?

• Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
• Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
• Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
• “Beşer şaşar” diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer başkası değil, kendisidir.
• Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
• Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
• İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
• İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
• Talimatlarını post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.
• Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına.

(*) Peter Prensibi: “Her çalışan, iş ortamında yetersiz olduğu noktaya kadar yükselir” der. Bunun doğal sonucu olarak, yüksek makamlar daima yetersiz insanlar tarafından işgal edilir.(Kaynak:Anonim)