Şeb-i yeldâyı kim bilir?



“En uzun geceyi yıldızlara bakarak hüküm çıkaran ve vakitleri ayarlayan ne bilir!
Gecelerin kaç saat olduğunu sen âşık olanlara sor!” 

Sanırım bu beyit en kısa olarak bu cümlelerle açıklanabilir...

On yıl Önce – On yıl Sonra (11.11.2003–11.11.2013)

On yıl önce bugün Konya Selçuklu Emniyet Müdürlüğüne kuruluş bildirimini vermiştik, Sağlık Memurları Derneğinin… Yirmi arkadaşımızın imzası olmasına rağmen bir o kadar daha arkadaşımızın aylarca konuşup, araştırıp, karar vermesi sonucunda ortaya çıkmıştı derneğimizin adı, tüzüğü, amblemi ve her şeyi… Bundan dolayıdır ki derneğimize dair her şeyin derinlemesine bir anlamı da vardır. Kurucu yönetim, denetleme ve disiplin kurullarını, derneğimizin kurucusu olan arkadaşların oylarıyla belirlemiştik. Konya Sağlık Müdürlüğünün Yemekhanesinde yapmıştık bu seçim işlemini… Demokratik teamül oluşsun istemiştik ama kurucu yönetim, denetleme ve disiplin kurullarında seçilmeyen tek kişi vardı o da bendim.
Derneğin kuruluşundan sonra en çok soru da isminden dolayı geldi. Biz bu adı koyarken asıl kadro unvanı olarak belirtilen Sağlık Memuru unvanını seçmiştik. Meslektaşlarımızın büyük çoğunluğu kendi unvanından bihaberdi. Branşlarını unvan olarak zannedenler ise çoğunluktaydı. Branşlardan dolayı ayrışmaktan ziyade toparlama düşüncesiyle böyle bir karar vermiştik.
Şimdi, on yıl içinde şunu yaptık, bunu yaptık, şunu yapamadık, buna gücümüz yetmedi diye başlayan satırlar yazmak düşüncesinde değilim. Muhakkak ki eksiklerimiz, hatalarımız, yaptıklarımız, yapamadıklarımız oldu. Bunların çoğunu zaten internet sitemizden uygun oldukça duyurduk, bilgilendirdik meslektaşlarımızı. Bu geçen on yıl içinde bizi takdir edenler de oldu, eleştirenler de… Hepsi olacak muhakkak, yargılamadan eleştirecekler ki arkadaşlarımız hatalarımızı anlayabileceğiz…
Her şeyi bir kenara bırakırsak belki de çocukken bizlere anlatılan masallardaki gibi bir arpa boyu yol gitmiş de olabiliriz, hatta geriye gitmiş de olabiliriz. Ne olursa olsun Sağlık Memurlarının varlığının farkına varmalarını sağlayabildiysek ne mutlu bize…
Bir de belirtmem de fayda olduğunu düşündüğüm bir mevzu daha var. Sağlık Memurları Derneği kurulduğunda sanırım mesleki olarak sağlık çalışanlarının birkaç tane derneği vardı. Bizim derneğimizden sonra kurulan burada isimlerini belirtmek istemediğim üç dört derneğin Sağlık Memurları Derneği örnek alınarak kurulduğunu bizzat o derneklerin başkanları sözlü olarak şahsıma ifade etmişlerdir. Hatta ‘Sizlerin böyle bir derneği kurmuş olmanız bize güç verdi.’ şeklinde derneğimiz adına şahsıma teşekkür etmişti bir dostum. Böyle bir yol açılmasında örnek alınmamıza sevinmedim dersem yalan olur.
Geçtiğimiz on yıl içinde desteklerini esirgemeyen derneğimizin kurullarında görev almış, görev almadan desteklemiş veya desteklememiş bütün dost, arkadaş ve meslektaşlarıma şükranlarımı belirtmek istiyorum. İnsanın hayatında her istediği olamıyor ne yazık ki, mesleki anlamda kayıplarımız ve kazançlarımız olsa da her zaman insan olma boyutunu kaybetmemeye gayret ettik bu geçen zaman içerisinde, inşallah bundan sonra da öyle olur.
Nice on yıllar görmek dileğiyle…
Selam ve saygılarımla…   

Bülent KESKİN
Sağlık Memurları Derneği
Genel Başkanı      

Şehit Olmuş Bir Öğretmeni Hatırlatma!..


1993’ün Ekim ayının yirmi üçüncü günüydü. Havalar yeni soğumaya başlamıştı. Konya’nın kara iklimi artık kendini belli ediyordu. Gündüzleri bir parça güneş, akşam ise daha ziyade bir serin hava… Hem çalışıyor hem de üniversitede tahsil hayatımı sürdürüyordum. Bir önceki gece nöbetçiydim ve sabah derse zar zor yetişmiştim. Saat 10.00 civarında ders arası olmuş kantine gitmiştim. Tam da kapısından içeri girmiştim ki Tarih Bölümünden bir arkadaşımla karşılaştım. Rengi atmıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Merakla ne olduğunu sordum. Yüzüme baktı önce ve arkasından “Haberin yok mu?” dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. “Hüseyin ağabey…” dedi konuşamadı. Anlayamadım ne olduğunu o anda. Hüseyin ağabey geldi gözümün önüne, bizden beş altı yaş büyüktü ama geçen yıl fakülteyi bitirmiş ve daha yeni öğretmen olarak atanmıştı. İlk bu geldi aklıma. Sözünü tamamladığında ise başıma kaynar sular döküldü sanki. “Hüseyin ağabey, şehit olmuş. PKK’lı teröristler görev yaptığı köye gelip onunla birlikte üç öğretmeni ve köyün imamını da alıp götürmüşler. İşkence yaparak onu, bir öğretmen arkadaşını ve imamı şehit etmişler.” Konuşamadım, bir şey diyemedim. Sonra sadece “Allah rahmet eylesin.” Dediğimi hatırlıyorum ve arkasından da geri dönüp, yürüdüğümü. Bu esnada ona dair birkaç anı geldi gözümün önüne. Onu tanıdığım zaman ben lise öğrencisiydim, o da yeni başlamıştı üniversiteye. Yüzünden tebessüm eksik olmayan, içinde bulunduğu zor şartlara rağmen okumaya çalışan, kendi halinde biriydi. Kimseye kötü davrandığını görmemiştim. Bozkır’ın bir köyündendi. Vatanına, milletine bağlı, haline rıza gösteren ve bundan da gocunmayan bir yapısı vardı. Anadolu’nun herhangi bir yerinde eskiden çokça rastlayabildiğiniz şimdilerde ise oldukça az olarak karşılaşabildiğiniz tipik bir Türk evladıydı…

Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Dadaşlar köyünde göreve başlayalı henüz on beş gün olmuşken şehit oldu Hüseyin Ağabey... Ona, belki oralılar bile oraya gidip görev yapmıyor, sen de gitme diyenler olmasına rağmen gitmişti. Orası da vatandı, Türk Bayrağı dalgalanacaktı okulun bahçesindeki direkte. Belki sırf bunun için gitmişti, kim bilir? Bekârdı, evlenememişti imkânsızlıktan. Belki de kalbindeki vatan sevgisinin çokluğundan başka sevgilere yelken açmaya fırsat bile bulamamıştı...

Bir gün kampüse giderken tramvay bakım istasyonunun karşısındaki elektrik trafosunun üzerinde adının yazıldığı bir tabela gördüm. Kızdım kendi kendime böyle şey mi olur diye. Onun hatırasını yaşatacaksanız bari bir okula verin adını, ne demek bu böyle diye kendi kendime söylendim. En nihayetinde bu yıl bir okula vermişler adını. Meram ilçesinde eskiden köy şimdi de mahalle olan Beybes’te yeni yapılan okulun adı onun adı olmuş. Şehit olalı yirmi sene de olsa kendi adıma teşekkür ederim, bu konuda emeği geçenlere…
            
Bu yazıyı neden yazdım biliyor musunuz? Çok sevdiğim bir arkadaşım bir paylaşımda bulunmuş. Onu okudum biraz önce. 1993 yılında Diyarbakır’da Hüseyin ağabeyden dört gün sonra yirmi bir yaşında babasıyla birlikte şehit edilen bir hanım öğretmen kardeşimizi anlatan bir yazıydı. Ben de dâhil olmak üzere önemsemediğimiz hemen her şeyi unutuyoruz hem de çok kolay bir biçimde. Ömrünün ilkbaharında iken canını veren kimleri unutmadık ki? Hatırlatmak istedim…

Hüseyin Ağabey’in ebedi istirahatgâhı Konya’da Musalla Mezarlığında olsa da o iki cihan serveri Peygamber Efendimizin yanında aslında… Ya onu işkenceyle şehit edenler?..

Saygılarımla…

http://www.meb.gov.tr/belirligunler/sehitogretmenler/ogretmenim.asp?ID=64

Gönül Alan...











Değerli Dostlar,

Şimdi nereden çıktı bu “Gönül Alan” diye soruyor olabilirsiniz. Bu “Gönül Alan” benim yayımlanan ilk romanımın ismi. Adının neden “Gönül Alan” olduğunu merak ediyorsanız o da kitabın içinde gizli, okuduğunuzda anlayacaksınız.

Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce ‘kendi yazdığım bir romanı nasıl anlatırım?’ sorusu dolandı kafamın içerisinde bir süre. Sonra kıymetli editörüm Çelebi ÖZTÜRK Bey’in kitabın arka kapağı için seçtiği tanıtım yazısıyla başlayayım istedim:

 “Elinizde tuttuğunuz bu kitap tertemiz bir aşkı anlatıyor.
Bütün benliği aşk acısıyla yanarken, sınırları zorlayan, her acıyı sabırla karşılayan ve Allah’tan gelen büyük bir nimet olarak gören bir delikanlının uzaklardaki sevgilinin hayaliyle yaşamasını, uzun yıllar geçtikten sonra bile onun için gözyaşı dökmesini hangi dil, hangi sözcük, hangi kelime anlatabilir?

…sevgi insanın boynuna güvercinin gerdanlığı gibi geçermiş, güvercin bunu istemese, hatta boynundan çıkarmak istese de çıkaramazmış. İnsan da böyle değil miydi? Kalbinden çıkarabilir miydi sevdiğini? Çıkaramazdı tabii ki. Zaten çıkarıyorsa sevmediğini göstermez mi?

Anlatımı akıcı, dili sade ve muhteşem kurgusuyla gerçek hayattan alınmış güzel bir aşk romanı. En küçükten en yaşlısına kadar her yaş grubundan insanın okuyabileceği, en masum duyguların anlatıldığı, edebi değeri yüksek bu romanın sayfalarını çevirirken kendinizi olayların içinde hissedecek, bazı yerlerde belki “ben de bunu yaşamıştım.” diye de mırıldanacaksınız…

Kitabı anlatan arka kapak yazısı bu kadar, ama tek bir cümle ile belirtilecek olsa kitabın isminin altında da yazdığım “hayatın içindeki hüzne dair” cümlesi daha kısa bir ifade olacaktır.

‘Kitapta neler yazıyor? Bu kitap neyi anlatıyor?’ diye soracak olursanız. Bu kitapta insanın hayatındaki aşk kelimesinin ne anlama geldiğini, unutmak diye bir şeyin olmadığını, hatırlamanın belki de çok ehemmiyet verilmeyen alelade nesnelere bağlı olabileceğini, okuduğunuzda farkına varacağınız diğer bazı insanî halleri ve bize dair fakat çok da farkında olmadığımız bazı hususları anlatmaya çalıştım.

Sizlerden istirhamım öncelikle kitabı okumanız ve okuduktan sonra ister olumlu isterse de olumsuz olsun kitapla ilgili fikir ve görüşlerinizi yorum yaparak veya elektronik posta adresime e-posta atarak bildirmeniz olacaktır. Her türlü eleştiri ve görüşünüzü değerlendireceğimi bilmenizi isterim.

‘Bu kitabı nereden bulurum?’ diyorsanız Konya'da oturan dostlarım Rampalı Çarşıdaki Hüner Kitabevinden temin edebilirler... Bir aksilik olmazsa gelecek haftadan itibaren kitappazaryeri.com internet sitesinden de temin edilebilecek. 


Selam ve saygılarımla...

Anneme…

Sen dünyanı değiştireli iki yıl oldu bugün, yanımızda olmadan geçen yediyüzotuzbir gün… 
İnsan, aklına getirdiğinde bile korkarak olmamasını istedikleriyle hiç beklemediği bir anda karşılaştığında ne hissederse onu hissetmiştim o gün… Sonrasında da takdir-i ilahiye razı olmuştum, mezarına her gidişimde yeniden hatırladığım gibi…

Anne, bu bahar yine güzel açan çiçekler dikti mezarına Levent, babam da o sevdiğin güllerden… Kokularını duymuşsundur nasılsa… Kızımın adına da “gül” eklediğin geldi aklıma, çok severdin ya gülleri…

Geçenlerde doğduğun köye gittik. Erken yaşta ölümüne çok üzüldüğün yeğenin Nail abimin kızını, Fatmanur’u gelin ettik. Keşke sen de, rahmetli dayım da, Nail abim de olsaydı da görseydiniz diye geçirdim aklımdan ama kimseye bunları söyleyemedim, üzülmesinler diye… Belki de onlar da aynı şeyleri düşündüler ve söyleyemediler, kim bilir?.. Sonra mezarlığa gittik. Dedemin, hiç görmediğim anneannemin, dayımın, Nail abimin ve diğer akrabalarımızın mezarlarını ziyaret ettik. Seninle her gittiğimizde yaptığımız gibi… Anneannemin mezarını ziyaret ederken fark ettim ki o vefat ettiğinde sen otuzlu yaşların başındaymışsın. Sen dünyanı değiştirdiğinde de ben otuzlu yaşlarımın sonlarına yaklaşıyordum. “Ben öldüğümde Ayşegül kaç yaşında olacak ki?” sorusu geldi aklıma, bunu da söyleyemedim, o an yanımda olan ne babama, ne abime, ne de Levent’e… Şu an “Allah geçinden versin oğlum, böyle konuşma…” dediğini çok iyi biliyorum… Köy içinde yürürken benim çok fazla hatırlamadığım bir akrabamızla karşılaştık. Konuşurken yüzüme doğru bakıp “Annen gibi tebessüm ediyorsun” dedi bana. Beni sana benzetmişti. O an gözlerim doldu, bir şey diyemedim, gözlerimin nemini gözlüklerimin altından kimseye belli etmemeye çalışarak silerken aynı zamanda aklımdan bize bakarak gülümsediğin zamanlar geçti, mütemadiyen…

Hayat akıp gidiyor ellerimizden, harcayarak yaşıyoruz işte, Allah’ın bize verdiği nefesleri...  Hepimizin sağlığı, sıhhati iyi elhamdülillah… Kapıldık gidiyoruz dünyanın anlamsız gaileleri içerisinde… Ara ara senin yokluğun vuruyor, bir de… Bu kadar işte…

Senin yokluğunu düşününce üstadın şu dizeleri beni bir nebze de olsa rahatlatıyor;
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..”

O kadar çok şey aklıma gelse ve yazmak istesem de kelimeleri cümlelere yerleştiremiyorum nedense? Ben yazsam da yazamasam da sen nasıl olsa anlarsın beni…

İnşallah, hep birlikte iki cihan serveri Peygamber Efendimize komşu oluruz…

Hiç...

















Seni hiç sevmedim ben,
bunu biliyor musun?
Nereden bileceksin ki?
Yüzünü hiç görmedim çünkü…
İnsan yüzünü görmediğini sever mi?
Onu hiç bilmem…
Hiç konuşmadık seninle,
sesini hiç duymadım bu yüzden…
gözlerine ise hiç bakmadım…
Ellerin mi?
Hiç değmedi ki ellerime…
Akşam vakti,
kuru ayazda,
üşüyerek,
hiç otobüs beklemedik seninle…
Kar, hiç yağmadı başımızın üzerine,
soğuktan donmuş karları,
hiç çiğnemedik
ayaklarımızla…
Yağmurda hiç ıslanmadık,
rüzgâr hiç vurmadı yüzümüze…
Ya güneş?
Güneş yoktu ki…
Hiç gökyüzüne bakmadık,
hayal de kurmadık hiç…
Gözlerimizin içinde gözlerimizi görüp,
hiç ağlamadık…
Geceleri hiç uykusuz kalmadım ben…
Hiç şiir de yazmadım sana,
mektup da…
Şarkı söylemeyi zaten bilmem…
Adını da hiç söylemedin bana,
ben de hiç söylemedim,
adını sana,
kendi adımı da…
Sahi, adın neydi senin?
Gözlerin hangi renkti?
Ya saçların?
Çehren nasıldı?
Hiç birini bilmiyorum…
Ve en önemlisi galiba,
hiç yalan söylemedim ben sana,
bu yazdıklarımın dışında...(BK)

Gözlerin gelir aklıma...














Gözlerin gelir aklıma, 
gözlerimin içine, 
gözlerinin içinden, 
baktığın o anlar, 
sessizce, kendiliğinden…
Belki bir yerde otururken, 
ya da otobüs durağında beklerken, 
etrafım insanlarla doluyken… 
Soğuk kış günlerinde rüzgâr,
bütün şiddetiyle, 
şakaklarımda soğukluğunu 
hissettirdiğinde, 
belki yolda hızlı hızlı yürürken 
yanımdan geçen bir kadının 
eşarbındaki kırmızı çiçekte, 
belki simit satan çocukların 
dudaklarından 
dökülen bir sözcükte, 
belki de bulmaca çözen bir yabancının, 
elindeki tükenen kalemi tutuşunda… 
Yahut araba kullanırken, 
radyoda çalan bir şarkının, 
son dörtlüğünün ilk mısrasında, 
merdivenlerden çıkarken 
attığım her adımda, 
ya da okuduğum herhangi bir kitabın 
bütün satırlarında… 
En ıssız vakitlerde, 
sabah gözümü açtığımda mesela, 
ya da gece olup da 
başımı yastığa koyduğumda, 
birden gözümde belirir, 
aklımdan hiç çıkmayan
güzel gözlerin ve sen…