Sağlık Memurlarının Günahı Nedir?


 
19 Aralık 2012 Çarşamba günü akşam saat sekiz civarlarında cep telefonum çalmaya başladı. Telefonu elime aldığımda derneğimizin yönetim kurulu üyesi aynı zamanda Sağlık Meslek Lisesinden benden iki dönem sonra mezun olan Sağlık Memuru bir arkadaşımın aradığını gördüm. Telefonu açtığımda arkadaşımın moralinin bozuk olduğunu merhaba demesinden anlamıştım. Tereddütlü bir şekilde “Ağabey haberin var mı bizden?” diye sorduğunda şaşırmış ve telaşlanarak “Hayırdır, inşallah kötü bir şey yoktur?” dediğimde canı sıkkın bir biçimde Sağlık Bakanlığınca 112 Acil Sağlık Hizmetleri İstasyonlarında görev yapan Sağlık Memuru arkadaşlarımızın ve kendisinin herhangi bir bilgilendirme ve tercih yapmaksızın Kamu Hastane Birliklerine bağlı Hastanelere tayin edildiklerini duyduklarını söylemişti. Kurulduğundan bu yana yaklaşık 15 senedir bu kurumlarda görev yapan, bir yığın eğitimden geçen meslektaşlarımın bu atamalarının neden dolayı olduğunu çözmeye çalışırken ertesi gün net bilgiler alarak değerlendirelim kararıyla telefon görüşmesini sonlandırmıştık.

Bugün yani 20 Aralık Perşembe günü sabah saatlerinde Sağlık Meslek Lisesinden sınıf arkadaşım, derneğimizin yönetim kurulu üyesi başka bir arkadaşımın telefonuyla şaşkınlığım daha da arttı. O da Sağlık Müdürlüğünde, Toplum Sağlığı Merkezlerinde ne kadar Sağlık Memuru varsa hemen hemen hepsinin Kamu Hastane Birliklerine bağlı Hastanelere tayin edildiğini, kendisiyle ve atandığını duyduğu diğer arkadaşlarımızla ilgili bilgiler aktardı. Akşama kadar telefonum hiç susmadı desem yanlış olmaz. Bazen ben aradım bazen arkadaşlarım aradı. Konuştukça düşündük, düşündükçe de çareler bulmaya çalıştık. Bu haksız uygulama sebebiyle meslektaşlarımın teveccühüyle başkanlığını yürütmeye çalıştığım Sağlık Memurları Derneği olarak girişimlerde bulunmaya da başladık bu arada. İnşallah olumlu sonuçlara da ulaşabiliriz. Şayet olumlu bir sonuca ulaşamazsak meslektaşlarımızı hakları konusunda da ayrıca bilgilendirerek onlara yol göstermeye de çalışacağız.

Neler yapabiliriz sorusunun cevabını ararken birden 25 yıl öncesine Sağlık Meslek Lisesine başladığımız yıllar gözümün önüne geldi. Yatılı okul günlerimiz, oradaki sıkıntılarımız, eğitim hayatımız, dostluklarımız geldi aklıma. Sonra mezuniyet ve güzel ülkemizin her yanına kurumuş yapraklar gibi dağılan arkadaşlarımı, bizlerden önce ve sonra mezun olan meslektaşlarımı düşündüm. Büyük çoğunluğu on yıl sonra vatandaşlarımızın adını bile  hatırlamayacağını düşündüğüm Sağlık Ocaklarında görev yaptılar. Köylerdeydi bu Sağlık Ocakları da çoğunlukla. Hiç kimseyi tanımadıkları yerlerde toplum sağlığını korumak ve geliştirmek adına görevler ifa ettiler. Bir bebek hastalanmasın diye en ücra mezralara bile aşı yapmaya gittiler. İnsanlar temiz su içsin ve kullansın diye düzenli aralıklarla su depolarını düzenli olarak klorladılar. Toplumu bilinçlendirmek adına onlara eğitim verdiler. Mesai kavramını düşünmeden gündüzmüş geceymiş demeden görevlerini yapmak için gayret sarf ettiler. Gece oturdukları evlerinde gündüz Sağlık Ocağındaydılar her daim. Hatta bazı yerlerde kendi can güvenliklerini bile akıllarına getirmeden çalıştılar. Yalnız bunları mı yaptılar? Bu sorunun cevabı da hayır olacaktır. Olması gerekip de olmayanların görevini de yaptılar. Temizlik de yaptılar, pansuman da… Soba yaktılar, daktiloyla yazı yazdılar, hatta doğum bile yaptıranlar oldu belki de. Doğanları da tespit ettiler, ölenleri de. Ben bunu bilmiyorum olmadı hayatlarında. Bilmiyorlarsa öğrenmeye çaba sarf ettiler. Bu benim görevim değil demediler, ellerinden geleni fazlasıyla yapmaya gayret ettiler. Üç yıl beş yıl on yıl derken güç bela şehir merkezine tayin oldular bin bir zorlukla. Hastanelerde çalışmak istedi bir kısmı imkânlarının daha fazla olduğunu düşünerek. Ama çoğu bu emeline ulaşamadı, ya kadrolarının dolu olduğu bahanesi sürüldü önlerine ya da kendilerine sunulanlara rıza göstermek zorunda kaldılar, mecburiyetten. Sağlık Müdürlüklerinde, Sağlık Ocaklarında, Acil Sağlık Hizmetleri İstasyonlarında, Toplum Sağlığı Merkezlerinde ve daha farklı sağlık kuruluşlarında her türlü sıkıntıya rağmen çalıştılar. Ben çoğuna göre şanslıydım, çünkü köyde çalışma mecburiyetinde kalmadım. Kalsaydım tabii ki ben de onların yaşadıklarının birçoğunu yaşayacaktım…

Meslektaşlarımızın birçoğu da farklı dallarda yüksek tahsil yaptı bu süreçte. Bir kısmı farklı görevlere geldi bir kısmı ise aynı görevlerine devam etti, değişik sebeblerden ötürü…

Bugün birçoğu tayinleri yüzünden şaşkınlık içerisindeler. Özelleştirilen yerlerdeki personele bile birden fazla tercih yaptırılırken, soğuk bir kış sabahında önlerine sunulan tayin kararlarından dolayı tereddütler yaşadıklarını anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Muhakkak ki bu tayinler sebebiyle memnun olanlar da vardır ama benim görüştüklerim içerisinde çok fazla memnun olan yoktu. Hatta oldukça ilginçtir bazı meslektaşlarımda “Biz buradan ayrıldıktan sonra bu işleri kim yapacak?” düşüncesinde olanlar da vardı. Kendi tayininden ziyade oradaki işlerin yarım kalacağını veya yapılamayacağını söyleyenler vardı ki bu daha da düşündürdü beni. Başka bir meslek grubunda bu tür düşüncede olanlara ne yazık ki pek fazla rastlanmaz. Haksızlık olduğunu düşündüğüm böyle bir tayin kararında bile kendilerinden önce devletin işini düşünmelerinden dolayı içimden sevinmedim desem galiba yalan olur.

Sağlık Memurlarının hali pür melali, kısa hal tercümesi böyle. Günahlarının ne olduğunu çok da anlamış değilim. Yazının başlığını da ondan dolayı böyle yazdım.

Bu yazımı da Ziya Paşa’nın aşağıdaki beyiti ile sonlandırmak istiyorum. Umarım bu tayin kararlarını verenlerin avucunda adalet terazisi bulunuyordur.

“Dursun kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet
Havfın var ise mahkeme-i rûz-ı cezâdan.”
(Ey insan!.. Eğer mahşer gününde kurulacak mahkemeden bir korkun var ise adaletin terazisini daima avucunda bulundur.)(Ziya Paşa) 

Özlemek mi?

Özlem ne demek ki? Bir kimseye, herhangi bir şeye kavuşma isteği midir? Yoksa biraz eskilerin hasret dediği ve bundan dolayı demir prangaları eskittiği ya da daha eskilerin tahassür dediği ve üzüntüden yanıp, yakılma hali midir? Sanırım her üçü de hissi açıdan bakıldığında aynı karşılıklara gelmektedir.
İnsan neyi özler ki? Sevdiklerini mi, yoksa yanında olmayanları mı? Daha da kötüsü yanında olamadığı gibi gönlünde dahi olamayacakları mı? Geçmişte yaşanılanlara, yaşanamayanlara, yaşanmak istenenlere de özlem duyar mıyız? Gurbettekiler yalnızca sıladaki dağları, ovaları, ağaçları, şehirleri, caddeleri, sokakları, binaları, insanları mı özlerler? İnsanlar belki de farkında olmadıkları şeyleri mi daha çok özlerler? Yurt dışındakilerin ülkemizde beş vakit okunan Ezan-ı Muhammedî’yi bazen duyduklarının farkında olmamalarına karşın özellikle Avrupa’da ezan sesini özlemelerinin sebebi böyle mi açıklanır, bilmem.
Bir de önceden sahip olmadıklarına karşı bu hissi duyar insanoğlu, kız çocuğu olmayanların dünyaya gelen ilk kızlarına Özlem adını vermelerinin bunun tezahürü olduğunu düşünürüm nedense… İsmi Özlem olan arkadaşlarımın, bu yazıyı okuyan ve adı Özlem olan değerli okuyucularımın bu adı almalarının belki başka sebebleri vardır ama böyle düşünmemden ötürü kusuruma bakmayacaklarını ümit ediyorum. 
Peki ya özlem veya hasret özlenene kavuşulduğu zaman biter mi? Bu sorunun cevabını ben vereyim, sanırım bitmez. Muhakkak ki özleme sebep olan sevgi veya muhabbet arttıkça seviyesi değişmekle birlikte özlem belki bilinç altına itilecek, farkına varılmayacak ama en ufak bir aralıkta yeniden su yüzüne çıkacaktır. Lâkin özlemin yerini nefret alacak olursa özlemin esamesi artık okunmayacaktır…
Geçen akşam ikiz kardeşimle konuşurken laf nereden geldi hatırlamıyorum ama çamura basmadığından dolayı ayakkabılarının eskimediğini söyledi. Birden aklıma çocukluk yıllarım geldi. Biz çocukken diye başlayan cümlelerden ne kadar hoşlanmasam da kendim de kullanmaya başladım ki bu artık bazı şeylerin habercisi galiba! Biz çocukken ayakkabılarımız çamur olurdu, çünkü okuduğumuz ilkokulun bahçesi ne asfalttı ne de beton. Yağmur yağdığında veya kar yağıp tutmadığı zamanlarda çamura basmamak gibi bir lüksümüz yoktu. Bir de o çamurlu bahçede yakalamaca oynarsak yalnız ayakkabılarımız değil o beyaz yakalı siyah okul önlüklerimizin sırtı bile çamur olurdu. Düşmemeye çalışırdık ki düşersek her tarafımız kirlenir eve gittiğimizde ufak bir cihan harbi olma ihtimali yüksek olurdu. Bulunduğumuz ilçede yalnızca ana cadde ve merkezi yerler asfalt veya taş döşeliydi. Büyük yerleşim yerleri dışındaki çoğu yer de böyleydi. Özellikle kışın karlar erimeye başladığında sokaklardan geçerken azami dikkat ederdik ki çamura basmayalım. Ne garip değil mi kendisi çamurdan olan insanoğlu çamurla kirlenmekten kaçıyor. Daha da garibi özlemden bahsederken galiba çocukluğumun çamurlu sokaklarına, riyadan, yalandan, her türlü keşmekeşten uzak gördüğüm o küçük dünyama, her zaman sığındığım rahmetli anneme daha çok hasret mi duyuyorum bunları yazarken bilemiyorum…
Hasretle, özlemekle ilgili o kadar güzel mısralar yazılmış ki birkaç tanesini burada örnek vermeden geçemeyeceğim.
 “Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
Necip Fazıl, duyduğu özlemi beklemekle,

Ben sana mecburum
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum.”
Attila İlhan, aşkı, özlemi mecburiyetle,

“ayrılık yüreğimi uyuşturuyor,
karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...”
Can Yücel, özlemi uyuşturmasıyla, 

“Gözlerimi de götürdün benden giderken,
Özlemin sığmıyor artık gecelere”
Sezai Karakoç, içindeki hasretin daha da büyüyüp gündüzlere de sirayet ettiğini, 

“Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne
Ahmet Arif, hasretinden prangaları eskitirken özlemini, birbirinden farklı biçimlerde ifade ediyorlar.

Bu mısralar gibi yüzlercesine rastlamışsınızdır ve ömrü hayatınızda rastlayacaksınız da. Çünkü her insanın içinde her daim bir özlem vardır. Sanırım özlemek hissi ancak insanın öldüğü zaman yitirdiği bir duygusudur.    

Bu yazımı da yakın bir zamanda kaybettiğimiz rahmetli Abdurrahim KARAKOÇ’un aşağıdaki dizeleriyle sonlandırayım. Yazdıklarımı okuyan değerli okuyucularımın gönüllerinin içerisinde, hasretini ağarmış saçlarına düğümledikleri bir Mihriban’ları varsa hiç olmazsa onları bir kere daha hayırla yad etsinler…

Selam ve muhabbetlerimle…
 
“Sarıca düzünde bir yığın toprak,
Sulanır her sabah gözyaşlarımla
Mihriban, Mihriban uyan da bir bak
Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda

...Hazan Mevsimi…


Sonbahar, bizim yaşadığımız coğrafyada eylül, ekim, kasım aylarını içine alan mevsimin adıdır. Eylülde yaz sıcakları etkisini yitirirken, ekim ayının sonlarına doğru yaklaştıkça havaların soğuduğunu ve gündüz-gece sıcaklıklarının farklılaştığını hissederiz. Artık ağaçların yapraklarını rüzgârın kuvvetine bıraktığını, bazen hafif şiddetli bazen sağanak halinde rahmetin toprağa düştüğünü de fark ederiz. Kasım ayında ülkemizin doğusuna doğru gittiğimizde ise bazı yerlerde yerkürenin bembeyaz bir örtü ile kaplandığını görürüz ki sonbaharın oralarda bittiğinin göstergesidir bu durum…

Sonbahar, öyle güzel bir mevsimdir ki birçok şiir ve romanın yazılmasına, bestenin, resmin ve filmin yapılmasına sebep olmuştur. İnsanların ilkbahardaki coşkusunun, yaz aylarındaki koşturmacasının ardından sonbaharın geldiğini hissettikleri andaki duygularını yansıtma isteklerinin muhakkak ki bu eserlerin meydana gelmesinde etkisi olmaktadır. Sonbaharın gelmesi insana kendini hatırlatmaktadır sanırım.
Sonbaharda dünyaya gözlerimi açtığımdan mıdır bilmem her sonbaharın gelişi beni hep etkilemiştir. Bu etkileme mevsim değişikliğinden etkilenme manasında değil bilakis bazı şeyleri fark edebilme anlamındadır.  Bazen bitmez tükenmez bir konuşma isteğiyle içimden geçenleri söylemek geçer içimden bu mevsimde… Bazen de susmak, konuşmamak, yaşadığımı düşündüğüm saniyelerden daha fazla sayıda olduğunu zannettiğim yere dökülmüş yaprakların üzerine basarak saatlerce yürümek ve yalnızca kuru yaprak çıtırtılarını duymak…
Sonbahar, hüzün mevsimidir. Bundan dolayıdır ki bir adı da hazandır. Hazan, hüzün sözcüğünün çoğuludur. Uzun yıllar ötesinden hatırladığım bir şiir mısrasında şair, “Her hüznün fincanıdır kahverengi gözlerim” derken hem kendi gözlerini hem de ağaçların sararıp kahverengiye dönen yapraklarını mı kastetmiştir bilinmez. Ama anladığım odur ki şairin ve bu şiiri okuyanların gözleri ister mavi, ister yeşil, ister siyah hatta kahverengi olsa bile benim yaşımdaysalar gönüllerinin rengi hüzünlerinden dolayı sonbahardaki yapraklar misali kahverengiye dönmüştür. Belki de yalnızca ben böyle düşünmüş de olabilirim…
Yağmurun çok yağdığı ikinci mevsimdir sonbahar. Ağaçlar çiçek açtığında yağan ilkbahar yağmurları her tarafa rayihaları yayarken, sonbahar yağmurları dallarına çok az tutacak parçası kalmış yaprakları yerlere dökerler. Yaprakların yanında ağaçları da üzerindeki tozlardan, böceklerden ayırarak temizlerler aynı zamanda. Her damla gözyaşının insanın dertlerini, üzüntülerini temizlediği gibi… Hangimiz yağmur yağarken yürümekten hoşlanmamıştır ve şayet hüzün doluysa gönlü gözyaşlarını yağan yağmurun damlalarıyla karıştırmaktan kaçınmamıştır? 
Okulu sevmeyen çocukların en sevmediği, gelmesini hiç istemedikleri mevsimdir sonbahar. Yaz aylarındaki serkeşliğin sona erdiği, hayallerin ve oyunların sınıf(!) adı verilen dört tarafı duvarla çevrili, içerisinde tahtadan sıraların olduğu, tebeşirin tahtaya yazmak için değil de küçük parçalara ayrılarak arkadaşların kafasına atmak ve tozunun teneffüslerde yaramazlık yapmak için kullanıldığı mekânlara tıkılmanın başladığının habercisi olan zamana verilen isimdir, onlar için!!!
İlkokul kitaplarımızda bağbozumu diye adlandırılan, üzüm vb. meyvelerin toplandığı, kışlık yiyeceklerin, özellikle de turşu ve konservelerin hazırlandığı zaman da sonbaharın ilk ayı olan eylül ayıdır. Ben nasıl yapıldığını canlı olarak görmedim ama babamın soğuk kış sabahlarında kahvaltı esnasında veya okula gitmeden önce zorla(!) içirdiği, daha doğrusu içmek zorunda bıraktığı milli içeceğimiz pekmezin de hazırlandığı zamanlar sonbaharın ilk ayıdır genellikle…
Sonbaharı insanların çoğu sevmese de sebebi nedendir bilmem oldum olası severim. Havanın hafif serinlemesi, renginin gri tonlarına doğru değişmeye başlaması ve bir de arkasından yağmur yağması bana hep değişik şeyleri düşündürür. Umarım bir arızam yoktur!!!
Kurban Bayramın(m)ızı en samimi duygularımla kutlar, yüce Allah’tan hayırlı ömürler vermesini niyaz ederim.
Selam ve saygılarımla…

Ağlamakla ilgili…

Ağlamak, gözlerden yerçekimi etkisiyle aşağıya doğru süzülerek dökülen, adına gözyaşı denilen, içerisinde bir miktar tuz bulunan su damlalarıyla özdeşleştirilen bir haldir. İnsanlar birbirinden farklı sebeplerden dolayı gözlerinden yaşlar akarak ağlarlar. Mesela bir bebeğin doğmasıyla başlayan ilk ağlamaları onun hayata başladığının göstergesidir. Yeni doğan bebeğinin ağladığını duyan annenin bütün acıları o an dinecektir. Sonraki zaman içerisinde bebeğin iletişim aracı, konuşmayı öğreninceye veya kendini ifade etmeyi becerinceye kadar ağlamak olacaktır. Karnıacıktığında, bezi kirlendiğinde, herhangi bir yeri ağrıdığında ağlayarak kendi halini ifade edecektir. Çocuk yere düştüğünde veya herhangi bir sebeple çarpmaya bağlı olarak canı yandığında ya da korktuğunda, üzüldüğünde ağlayacaktır. Zamanla bu hal farklı biçimlerde tezahür edebilecektir. Ağlamak her ne kadar fizyolojik bir hal olsa da sebeplerinin her zaman fizyolojik olmadığıaşikârdır.

İnsanlar bazen kaybettikleri için ağlarlar, bazen de kavuştuklarında. Bazen acı çektiklerinde ağlarlar, bazen de çok sevindiklerinde. Bazen bir an görebilseler ağlarlar, bazen de hiç göremeyecekleri için ağlarlar. Ne kadar zıt durumlar değil mi?
Ağlamak insan olmanın temel göstergelerindendir. Bir insanın ağlaması kendini veya hayatı fark etmesini, insanların anlayamadıklarını anlayabilmesini sağlayabilir. Necip Fazıl’ın Reis Bey adlı tiyatro eserinde meşhur bir bölüm vardır. Bu eseri okuduysanız, tiyatroda veya sinema filmini izlediyseniz bu sahneyi kolaylıkla hatırlayabilirsiniz. Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz ifadesi çerçevesinde hayatı irdeleyen bir merhamet bakış açısı ifade edilir. Belki de anlayabilmenin en önemli şartı ağlayabilmektir…    
Bunların yanı sıra olur olmaz her şeye ağlayanlar vardır ki bunlara sulugöz tabiri yakıştırılmıştır. Gözlerden dökülen her damla yaşın bir değeri olsa da bu tarz kişiler için göz yaşının bir değeri yoktur. Hoyratça ağlamak gözyaşının ve kişinin değerini de düşürür. Bir de ağlayarak insanları kandıranlar vardır. Ağlayan bir insanın yanında olan bir başka kimse muhakkak ki bu durumdan etkilenir. Bazı sahtekârların ağlamalarının sebebi de bu olsa gerek, insanları böylece kolaylıkla kandırabilirler.
Birisini kandıran aslında öncelikle kendini kandırmaktadır. Bunun farkında olmasa da…
Erkeklerin ağlamadığıyla ilgili sözler dolaşır durur toplum arasında. Özellikle de bizim toplumumuzda erkeklerin ağlamasına ayıp gözüyle bile bir bakış serdedilir. Bu da külliyen yanlış bir bakış ve değerlendirmedir. Erkekler de ağlar, çünkü onlar da insandır. Belki uluorta ağlamazlar, feveran koparmazlar ama gözyaşları yine de ıslatır kirpiklerini. Bazen de güçlü görünmek adına ağlamamaya çalışırlar. O zaman Victor Hugo’nun;
“Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?”
Mısraları gelir insanın aklına, insan bazen böyle gözyaşı dökmeden de ağlayabilir. Muhtemel ki o gözyaşları gönüllerine doğru akıp gitmektedir.

Ağlamanın yasak olduğu gündüz vakitlerinde ağlamak için geceleri bekleyenler vardır. Gam çekenlerin, üzülenlerin yegâne sığınağı gecelerdir. Gece hem kendilerini dinlerler hem de yitirdiklerini, kavuşamayacaklarını bildiklerini düşünerek ağlarlar. Bu böylece çoğu zaman gün ağarana kadar sürer. Güneş doğunca ağlamak yasaktır nasıl olsa. Belki de bu yüzden kimse ne onların ağladığını görür ne de niçin ağladıklarını bilir... Şair Sabit’in dediği gibi;
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ'at.”
(En uzun gecenin hangisi olduğunu ne müneccim, ne de saat ayarlayıcıları bilir…
Gam tutkunlarına sor ki geceler kaç saattir..!)


Bana göre insan olabilenler ağlayabilenlerdir. Gözyaşının değerini bilerek ağlayanlardır kast ettiğim, başkası değil. Bunun karşılığı olarak “Ağlamayanlar insan olamaz mı? diye sorulacak olursa, cevabını siz değerli okuyucularım verecektir.  Bu yazıyı da uzun yıllar önce, gençlik yıllarımda, yaşarken yitirdiğim bir arkadaşım için karaladığım kısa bir şiir çalışmasıyla neticelendireyim. Yukarıdaki örnekler yanında bir değeri olmasa da birkaç satır da benden olsun…
Her şey gönlünüze göre hayır ekseninde olsun.
Selamlarımla…
“Ağlamak yasak gündüzleri,
Ağlama olur mu….
ne olur ağlayıp da
beni de ağlatma.
eğer ağlamak isterse gönlün,
hava kararıp,
güneş ufka dalıp,
görünmediğinde ağla.
el ayak çekilip,
herkes uykuya dalıp,
yalnız kaldığında ağla.
Ağla, ağla, ağla…
tan ağarana kadar ağla,
sabah olunca
sil gözyaşlarını hemen.
neden?
diye sorma bana
çünkü,
Ağlamak yasak gündüzleri…”

 

  

Anlamak hususunda…


Anlamak,  herhangi bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak, anlatılanları, anlatılmak istenenleri, söylenenleri veya ifade edilenleri belirtildiği biçimde algılama halidir. Görünüşte bu kadar kolay gibi görünse de insanlar arasındaki uyuşmazlıkların büyük çoğunluğu aslında anlamak veya buna bağlı durumlardan kaynaklanmaktadır.
İnsanların başkalarına anlatarak anlamalarını sağlamaya çalıştıkları hususlar sanırım her zaman anlatanın anlattığı gibi anlaşılmamakta bazen çok daha farklı biçimlerde algılanabilmektedir. Yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmak toplum içerisinde bir çok problemin oluşmasına sebep olur. Diyelim ki birisi size bir şey anlatıyor ve anlattıklarını anlamak ve anlamlandırmak hakkında kafanızda değişik algılamalar oluşuyor. Bu tarz bir durumla karşılaştığınızda yanlış anlamamak için öncelikle ne anlatılmak istendiği veya anlaşılan şeyin anlatılmak istenen şey mi olduğu açık bir biçimde sorulmalıdır. Böyle bir davranış modeli ne yazık ki bizim toplumumuzda çok yaygın olmayan bir durumdur. Anlatan kişi muhtemelen bu soruya cevap vermeyebilir veya kestirip atabilir. Çünkü soru sormak nedense hep yanlış anlaşılır, konuşmak ve doğruya ulaşmanın temelinde sorular sormak olduğu halde hep göz ardı edilir. Geçenlerde bir karikatür gördüm tam da bu hali belirtir bir tarzda yapılmış sanki. Bir çocuğun hayat seyri şeklindeki 5-6 küçük karenin her birinde çocuk bir miktar büyümüş görünüyor. Ama son kare hariç hepsinde vaziyet aynı. Aklı ermeye başladıktan itibaren bir şeyleri anlamak peşindeki bir çocuğun karşısında hep birileri oluyor ve her sorusunda onu susturuyorlar. Evde bir şey sorduğunda annesi, okulda öğretmeni, hastanede doktor veya hemşire vb. Sonuçta çocuğun bir şeyler anladığı farz ediliyor ama aslında bir şey anladığı falan da yok. En son kare ise çok manidar. Bir mahkeme salonu ve hakim var, karşısında da büyümüş bir adam. Hakim soruyor: -Anlat bakalım? Garip haldeki biçare adam, hakimin yüzüne bakıyor yalnızca, böyle bir halde iken neyi anlatabilir ki? 

Bu karikatürdeki gibi bir hayat yaşayan insanlar ne yazık ki hiçbir şeyi anlatamıyor. Bu yüzden midir bilmem bizim toplumumuzda anlatılmak istenen şeyin anlatan tarafından düzgün biçimde anlatılması değil de anlaması beklenen kişiden tam manasıyla anlaması beklenir oldu! Bu nasıl düzelecek bilmem? Eskiden de böyle miydi bilmiyorum ama durum daha da vahimleşmez.
Bir de anlattıklarının anlaşılmaması için anlatanlar var. Kah yazarak kah konuşarak yapıyorlar bu yaptıklarını. Ama yazdıklarını ve konuştuklarını anlaşılmamak üzerine kurguladıklarından dolayı onları çok fazla anlayan olmuyor. Zaten herkes tarafından algılanamayacak, anlaşılamayacak şeyleri anlatmak bu tarz kişilerin kendisini daha da anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir hale getirme gayretiyle birlikte gidiyor. Sanırım bu kişiler kendi anlattıklarını ve yazdıklarını da anlamakta güçlük çekiyorlardır. Belki de bir şeyleri anlaşılmaz gibi göstererek kendilerini topluma kabullendiriyor da olabilirler…
  
Tarihte ve sosyolojide sebep sonuç ilişkisi içerisinde olayları değerlendirme şeklinde bir bakış açısı vardır. Bu tarz bakış açısı hem anlatmayı hem de anlamayı kolaylaştırır. Yine üzülerek belirteyim ki bizde bu tarz bir bakış açısı ne yazık ki kullanılmayıp göz ardı edilmektedir. Bunu hep söylerim ama buraya da yazacağım ki belki başkaları da okuyup farkına varırlar. Şimdi sokağa çıksanız kiminle karşılaşırsanız karşılaşın ister yüksek tahsilli veya tahsili olmayan, meslek sahibi olmuş belki de yüksek makamlara bile gelmiş kimselere bile Çanakkale Savaşını sorduğunuzda büyük çoğunluğu düşmanın geçirilmediğini, vatanın kurtarıldığını falan söyleyeceklerdir. Çok da haksız değiller ama bu soruya kaç kişi Çanakkale’nin Birinci Dünya Savaşının bir cephesi olduğunu, deniz ve kara savaşlarının yapıldığını, zafer kazanıldığını ama Mondros Mütarekesinden sonra İtilaf Devletlerinin donanmalarının Çanakkale’yi geçerken o bataryaları tahrip ettiklerini ve Payitahtı yani İstanbul’u işgal ettiklerini söyleyecektir. Anlatmak ve anlamak böyle bir şey olsa gerek.                

Şöyle bir hal de var bizim toplumumuzda “Ben söylerim, karşımdaki ne anlarsa onu anlasın.” İnsanlara bir şeyler anlatıyorsak ve onlardan bunu anlamalarını istiyorsak öncelikle anlamalarını sağlayacak şekilde anlatmalıyız. Kinaye kullanma alışkanlığından da vazgeçmek çok önemlidir. Kinayeyi ne kadar çok kullanırsanız insanlar sizi anlamakta o kadar çok güçlük çekeceklerdir. Zanların yolu açılacak ve olur olmaz yanlış anlamalar olacaktır. Ben bunu böyle söyledim, o bundan ne anlarsa anlasın, benim anlatmak istediğimi anlayacaktır veya benim kinayeyle söylediğimi o anlasın demek çok anlamlı değildir. Son günlerde çok duyduğum bir ifade var ki “laf sokmak” diye duyuyorum ve üzülüyorum. Kardeşim bir şey söylemekse derdin güzelce konuş ve anlat, yok başka bir şeyse ne konuş ne de bir şey anlatmaya çalış.
Tiyatrocular kelimelerin yanlış anlaşılabilenlerini çok kullanır. Bu alışkanlık belki ortaoyunu geleneğinden belki de Karagöz gibi oyunlardan gelmektedir. Aynı şekilde telaffuz edilen fakat anlamı farklı olan kelimeleri kullanarak anlaşılmayı zorlaştırabilirsiniz ki bence bu tarz kelimeleri kullanırken çok dikkatli olun veya mümkünse ya kullanmayın ya da sonrasında anlaşılır biçimde ne kast ettiğinizi açıkça söyleyin.    

Umarım dünyadaki en kötü şeylerden olan yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmaktan uzak olursunuz.
Selam ve saygılarımla…

Nezaketlilik, nezaketsizlik…


Nezaket” kelimesi herkesin anlamını çok iyi olarak bildiği bir sözcüktür aslında. Ama yine de Türk Dil Kurumunun güncel sözlüğünde “Başkalarına karşı saygılı ve incelikle davranma, incelik, naziklik” anlamlarına geldiğini belirtmem de sanırım faydalı olacaktır. Yazının başlığına gelince onlar da kısaca nezaketin olması yani ince, nazik olma durumu ve olmama durumunu belirten, gündelik hayatta da kullanılan kelimelerdir.
 
Çevrenize baktığınızda az da olsa bazı insanların samimi hislerle nezaketli olduklarını, bazılarının yapmacıktan nezaketli olduklarını, bazılarının bulundukları duruma veya ortama göre nezaketli veya nezaketsiz olduklarını, bazılarının ise Nezaket’in yalnızca hanımlara verilen bir isim olduğunu düşündüklerini görebilirsiniz. İnsanların iyi olarak ifade edilmelerinin gerçek manada hiç tanımadıkları insanlara davranışları ile belirlendiği gibi bir kişinin nezaketliliği veya nezaketsizliği de zannımca hiç tanımadığı veya menfaati olmayan bir kişiye davranışıyla anlaşılabilir.
Yapmacık nezaket gösteren insanlara her yerde fazlasıyla rastlayabilirsiniz. Yüzünüze karşı nezaketli davransalar da arkanızı döndüğünüz zaman tavırları farklılaşan o kadar çok insan vardır ki belki de en vahim durumlardan birisi de budur. Toplum içerisinde bu tür davranışlara sahip olanlar bazen çok kolay tanınabilirse de bazen bunları algılayabilmek çok zor olabilmektedir. Bir de “Benim yapım böyle, nazik olamam” diyen grup vardır ki büyük bir çoğunluğu zor bir durumda veya yüksek makam sahibi bir kişinin yanında nezaketli olmak adına(!) her türlü taklayı pervasızca sergileyebilmektedirler. Bu tür gruba giren davranış sergileyenler genel olarak nezaket ile dalkavukluğu da karıştırırlar. Nezaket her topluluk tarafından ne kadar hoş karşılanan bir durum olsa da dalkavukluk toplumlar tarafından hiç de hoş karşılanmaz. Akıllı olan insanlar bilirler ki dalkavuklar hiçbir zaman insanlara gerçek yüzlerini göstermezler. Belki de bu yüzden dalkavukların sergiledikleri yapmacık nezaket bile nezaketsizlik sayılabilir.
Psiko-sosyal anlamda gelişmemiş topluluklarda nezaket sahibi insanlar her daim olumsuz durumlarla karşılaşabilirler. Nazik olmaları sebebiyle davranışları ve sözleriyle, incelikleri sebebiyle belki de uygun olmayabilecek tanımlamalarla rahatsız edilebilirler. Kendileriyle pervasızca alay edilebilir. Bu tür davranışlarda bulunanların belki de nezaketli insanları kıskandıklarından dolayı böyle bir tavır sergiliyor olmaları ihtimali oldukça yüksektir.
İnsanlar nezaketli oldukları zaman ne olur? Sorusunun cevabı çok kolay verilebilir. İnsanlar nezaketli oldukları zaman şuan dünyada sorun olarak ifade edilen birçok durum ortadan kalkacaktır. İnsanlar birbirlerine karşı daha iyi davranacak, dolayısıyla birçok problemin ne olduğunu bilemeyeceklerdir. Çünkü bu problemlerle karşılaşma ihtimalleri kalmayacaktır. Çok mu ütopik bir bakış açısı bilmiyorum ama böyle olacağını düşünüyorum.
İki cihan serveri Peygamberimiz Efendimizin hayatı incelendiğinde her döneminde nezaket örneklerini görmek mümkündür. O ki insanların insanları köle olarak kullandığı, kadınları mal olarak gördüğü, çocukları diri diri toprağa gömdüğü bir coğrafyada insanlara nezaket ve kibarlıkla davranıyordu. Yetimleri, kimsesizleri koruyor, herkesi dinliyor herkese hitap ederken nezaket gösteriyordu. Her haliyle olduğu gibi bu haliyle de bizlere çağlar öncesinden örnek olmuştur. Sonsuz hamd-u senalar olsun ki ona ümmet olmuşuz. Bu yüzden müslümanların yaşadığı bir toplumda nezaket kelimesi ifade edilmekten ziyade toplum içerisinde her şeyden önce fark edilmesi gerekir. Müslüman nezaket sahibi olmalıdır aynı zamanda. Ama ne yazık ki günümüzde durum çok farklı tezahür edebilmektedir. Bu durumun farkına varıp düzeltmeye gayret etmek gerekir.
Dünyadaki varlıkların büyük çoğunluğu zayıflıktan, incelikten kırılmaktadır. İnsanlar ise kalınlıktan, kabalıktan, hor davranılmaktan dolayısıyla nezaketsizlikten kırılırlar. Galiba en güzel davranış şekli kırmamak, nezaketsiz davranmamak olacaktır. Nezaketin olduğu yerde nezaketsizlik de böylece ortadan kalkmış olur.
Selam ve muhabbetlerimle…

Aluşta’dan esken yeller...


Bahçesaray-Kırım

“Aluşta'dan esken yeller yüzüme urdu,
Balalıqtan ösken evge közyaşım tüştü.

Men bu yerde yaşalmadım,
Yaşlığıma toyalmadım,
Vatanıma hasret kaldım
Ey güzel Kırım”


1944 yılının 17 Mayıs’ını 18’ine bağlayan gece yarısında Karadeniz’in kuzeyindeki yarımadada bütün yerleşim yerlerindeki evlere Rus askerleri pervasızca giriyor, yataklarından kaldırdıkları insanların ne olduğunu anlamalarına fırsat vermeden 15-20 dakika içerisinde hazırlanmalarını, yanlarına birkaç parça değerli eşyalarını almalarını söyledikten sonra evlerinden çıkararak tren istasyonlarına doğru zorla götürüyorlardı. Çocuklar ağlıyor, kadınlar onlara sarılıyor veya ellerinden sıkı sıkı tutup sakinleştirmeye gayret ediyor, yaşlılar bastonlarına veya birbirlerine dayanarak yürümeye çabalıyor, erkekler ise askerlere karşı koymaya çalışıyorlardı, silahsız olarak nasıl karşı koyulabilirse?.. Bu sebepledir ki aralarında kurşunlanıp o an ruhunu teslim eden veya süngülenip can çekişenler vardı. Kalbi olup, birazcık da vicdanı olanın görüp de etkilenmemesi mümkün değildi bu manzaradan. Ama askerlerin ne kulağı bir ses, ne gözleri yaptıkları vahşeti görüyordu. İstasyona gelenler orada bekleyen hayvan vagonlarına istif şeklinde dolduruluyor sonra kapıları dışarıdan kapatılarak kilitleniyordu. Vagonlara o kadar çok insan dolduruluyordu ki insanlar ancak ayakta durabiliyorlardı.

Kimse nereye gittiğini bilmiyor, belki bir şeyler anlayabilmek için birbirlerine sorular soruyorlardı. Ama ne yazık ki cevapları bilen kimse yoktu. Kapkaranlık vagonlar biraz sonra yalnızca çocuk ağlamalarının duyulduğu yerler haline gelmişti. Bir süre sonra sabahın olduğunu tahta aralarından ince bir ışık geldiğinde anlamışlardı. Tren arada bir duruyor, tuvalet ihtiyacı hissedenler vagon kapılarını yumrukluyorlar, ama kimse ne kapıyı açıyor ne de ses veriyordu. Bu sırada birkaç vagon Rus askerler tarafından makineli tüfeklerle taranmıştı. Aynı mermiyle hayatını kaybedenler vagonların içinde öylece kalakalmışlardı. Ölenler ile ölmemeye direnenler aynı yerdeydi. Çocuklar tuvalet ihtiyaçlarına dayanamazken, büyükler de utandıklarından kendilerini zorluyorlardı. Birkaç gün sonra tuvaletini yapmamaktan dolayı ölenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok olmuştu. Bunun yanı sıra ne bir parça ekmek ne de içecek kadar bile su veren yoktu. Açlıktan ve susuzluktan en çok çocuklar ve yaşlılar hayatını kaybetmişti. Vagonların içinde ölülerin kokmasından, açlıktan, susuzluktan, ishalden dolayı nefes alabilecek bir ortam kalmamıştı. Bu şekilde yolculuk 12-13 gün sürmüş, trenler Sibirya’ya, Ural’lara, Orta Asya’ya ulaştığında insanların yarısından fazlası hayatını kaybetmiş, kalanlardan da birçoğu hastalanmıştı. Kırım’da ne kadar Türk varsa bir gecede Kırım’dan çok uzaklara sürgün edilmiş, sağ kalabilenler ise kamplarda çalıştırılmaya başlanmıştı.

Başlarına gelen bu felaketin 11 Mayıs 1944’te Stalin tarafından imzalanan karar neticesinde olduğunu çok sonraları öğrenmişlerdi. O geceden yaklaşık iki ay sonra Ruslar Kırım’da bir köyü unuttuklarını fark ettiler. Koca yarımadada 18 Mayıs’ta ortalığın karışmadığı tek yer vardı. Orası da Arabat Köyüydü. Bu köydeki Türkleri bekleyen son ise çok daha yürek acıtıcı olmuştu. Köydeki herkes eski bir geminin ambarlarına zorla doldurulmuş, gemi Karadeniz’e çıkınca ambar kapıları açıldıktan sonra, denizin en derin yerinde batırılmış ve yüzlerce insan boğularak hayatlarını kaybetmiştir.

Bugün, Kırım’daki Türklere uygulanan soykırımın 68. Yıldönümü. 1783’te Rusların Kırım’ı işgalinden sonra hiç huzur bulamayan kardeşlerimiz 68 yıl önce topyekûn sürgüne gönderildiler. Büyük çoğunluğu hayatını, birçoğu da sağlığını kaybetti. Onlar sürgündeyken yeni nüfus politikalarını uygulayan o dönemdeki adıyla SSCB bu güzel yarımadaya değişik bölgelerden kendi vatandaşlarını yerleştirdi. Nüfus dengeleri tamamen değişen Kırım’a 1989’dan sonra sürgündeki kardeşlerimiz yeniden dönmeye başlamışlardır. Bugün Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti olsa da Kırım’ın şimdiki hali eski dönemleriyle kıyas edilebilecek bir durumda değildir. Ama SSCB döneminden muhakkak ki daha iyidir.

Kırım’ın ve Kırımlı kardeşlerimizin bizim hayatımızdaki yeri çok önemlidir. 1783’teki Rus işgalinden 1944 Soykırımına kadar olan zaman içinde ve sonrasında Türkiye’ye göç eden, Anadolu’nun değişik yerlerinde hayatını sürdüren pek çok kişi bulunmaktadır.

Cengiz DAĞCI, Kırım’ın yetiştirdiği en büyük yazarlardandır. Onun kaleme aldığı Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, O Topraklar Bizimdi, Yurdunu Kaybeden Adam, Anneme Mektuplar, Hatıralarda kitaplarını okuyabilirseniz Kırım’ı, orada yaşayanları ve yaşananları daha fazla anlayabileceğinizi zannediyorum. “Hatıralarda” kitabından çok bilinen, başka yerlerde belki de rastlamış olabileceğiniz bir bölümü burada yazmak istiyorum. Bir de yazımın en başında altı mısrasını yazdığım “Ey Güzel Kırım” şarkısını aşağıda vereceğim linkten dinlemenizi istirham ederim.

Bu yazıyı Kırım’da sürgün adıyla soykırıma uğrayan kardeşlerimizi bilenlere hatırlatmak, bilmeyenlere ise kısaca bilgi sahibi olmaları düşüncesiyle kaleme aldım. Bilmenizi isterim ki yukarıda sürgünle ilgili anlattıklarım bu konuyla ilgili okuduklarım ve dinlediklerimin en sade hale getirilmiş biçimidir.

Selam ve muhabbetlerimle…

“O zamanı takip eden uzun yıllar boyunca da Kırımlılar için hayatta kalabilmek oldu mutluluk. Tanrım! Hayatta kalmanın ve yaşamanın değerini bilmemiz için, önce Kırım'da, sonra da Kırım'ın dışında yıkılmış bir durumda yaşamamız gerekti.
Güçlü olacaksın!
Karşı koyacaksın!
Dayanacaksın!
Ölmeyeceksin!
Elli yıl.
Yüz yıl.
Yüz elli yıl.
Tümü sert, tümü kas-katı, tümü korkutucu kelimeler.
Ve bizler, bilinçli veya bilinçaltında, yıllar yılı içimizde tekrarlanan bu kelimelerle yaşadık.”




Ey güzel Kırım-Şükrüye TUTKUN  http://www.youtube.com/watch?v=63GlPWU_F0Q