Gece vaktiydi,
hem de bardaktan boşanırcasına…
ve ben yürüyordum bir başıma.
sözde adım atıyordum,
ayaklarımın nereye bastığını görmeden,
en koyusunda karanlığın…
şimşekler çakıyordu birbiri ardı sıra,
aydınlanıyordu o an her yer
ve ben her şimşek çakışında
seni görüyordum,
gökyüzünde…
bana doğru bakıyordun,
sana baktığımı gördüğünde,
gözlerinle gülüyordun,
dudaklarınla tebessüm ederken…
bana bakarken gülen
gözlerini görüyordum,
sana bakarken
kahverengi gözlerimle...
sonra parlayan şimşek adetince
gök gürlemeye başladığında
bir çocuk gibi korkuyordum…
işte o an Sen
birden kayboluyordun.
Sen kaybolduğun için mi
gök gürlüyordu,
ben korktuğum için mi
kayboluyordun,
yoksa gök gürlediği için mi
korkuyordum,
orasını bilemiyorum…
ama ben yine
şimşek çakmasını istiyor oluyordum
tam da o sırada…
yağmur yağıyordu,
ben ıslanıyordum,
rüzgar yağmur damlalarını
kırbaç gibi yüzüme çarptıkça
yanaklarım kızarıyordu,
gözyaşlarım
yağmur damlalarına karışırken
ben ağlıyordum…
ama ne yağmuru,
ne ıslandığımı,
ne yanaklarımın kızardığını,
ne de ağladığımı hissediyordum…
ve yine şimşek çakıyordu.
çiçekli eşarbını görüyordum bu sefer
o güzel başının üzerinde…
köşesinde kibrit yanığı olup
örterken o tarafını
içe doğru kıvırdığın…
hani siyah kenarlı,
sonrası bir parça kırmızı ve yeşil,
üzeri çiçek desenli
beyaza yakın krem tonunda
ipekten olan…
Sana seslenmek istiyordum,
adın dilime dolanıyordu
üç hece, beş nokta
bir türlü çıkmıyordu dudaklarımdan
ortalık yeniden kararırken
Sen kayboluyordun
ve Sen kaybolurken karanlıkta,
gök yine gürlüyor
ben yine korkuyordum.
Çok kısa da olsa
ve arkasından
çocuklar gibi korksam da
gecenin karanlığındaki
her şimşek çakışında,
Seni bana gösterdiği için
hep sevdim,
yağmurun yağmasını…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder