Nisyan’a dair…


 
Unutmak, insan belleğinin bazı hususları zihninde canlandıramaması veya hatırlayamaması halidir. Bazılarına göre de öğrenmenin tam tersi bir durumdur. Öğrenilmiş olan bir bilginin yeniden hatırlanamaması unutmanın en kolay anlatılabilir biçimidir. Unutmanın sebepleri araştırıldığında birçok farklı noktaya varılmıştır. İnsanın unutmasının temelinde fizyolojik sebepler olabildiği gibi sahip olduğu genetik yapısının da etkili olduğunu gösteren kanıtlara da ulaşılmıştır. Organik yapının değişik etkenler sebebiyle yıpranması veya bozulması da unutmaya sebep olmaktadır. Yaşın ilerlemesine bağlı olarak beyin hücrelerinin yıpranması sonucunda oluşan bazı organik bozulmalar bu duruma örnek olarak verilebilir. Beynin yeterli miktarda kanlanamaması, dolayısıyla yeterli oksijenin ve gerekli birtakım kimyasal maddelerin hücrelere ulaşmaması, insanın yaşadığı stresli ortamlar, kaygı duymasına ve tedirgin olmasına sebep olan durumlar da unutmaya sebep olabilmektedir. Bunların yanı sıra birtakım psikolojik rahatsızlıklar da unutmanın en önemli sebepleri arasında sayılmaktadır. Bu sayılanlar bile unutmanın bir yığın farklı sebebi olduğunu ifade edebilmektedir. Tarih boyunca yazılan eserlerin bazısında ise karşımıza çok değişik sebepler çıkabilmektedir. Mesela Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname adlı eserinde çok günah işlemenin, işleri ve meşguliyeti çok ve dağınık olmanın unutmanın sebeblerinden olduğu belirtilmektedir. Aynı kitapta mezar taşlarındaki yazıları okumanın da unutmanın sebeplerinden olduğu söylenmektedir. Yukarıda sayılan bütün sebepler aslında unutmanın birkaç önemli durum dışında insan belleğinin bir özelliği olduğu sonucunu karşımıza çıkarmaktadır. Muallim Naci’ye atfedilen “Hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür.”  Sözü unutmanın insan hafızasının bir özelliği olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğunun unutmak hususunda sıkıntıları olsa da kimi insanlar bu tarz sıkıntıları daha az yaşamaktadırlar. Bazı insanların hafızası o kadar kuvvetlidir ki önemsiz ayrıntıları bile en ince noktasına kadar hatırlayabilirler. Unutmanın ve unutmamanın temelinde o duruma verilen ehemmiyet önem arz etmektedir. İnsanlar farkında olduklarını veya fazlasıyla kıymet verdiklerini kolaylıkla unutmazlar. Bu herhangi bir olay olabilir, eşya olabilir, varlık veya çok değişik şeyler olabilir. Unutmamakla ilgili asıl olan nokta insanın o hususa verdiği değerin seviyesidir. Çok fazla değer verilenler en az unutulanlardır. Bu yüzden insanlar sevdiklerini kolay kolay unutamazlar. Bunun yanı sıra intikam, nefret ve kin gibi duygularına çok değer verenler de nefretlerini, kinlerini ve intikam hislerini genellikle unutamazlar.
Endülüslü İbn-i Hazm’ın dilimize “Güvercin Gerdanlığı” adıyla çevrilmiş meşhur bir kitabı vardır. Seneler önce bu kitabı ilk defa gördüğümde adının niçin bu şekilde olduğunu merak etmiştim. Okumaya başladıktan sonra bu merakım geçmiş, ifade edilenler beni derin düşüncelere sevk etmişti. Birçoğunuz bilir ki güvercinlerin boynunda ince bir halka gibi gerdanlığa benzer farklı renkte bir yapı bulunmaktadır. İşte meşhur “Güvercin Gerdanlığı” bu tüylerin oluşturduğu yapıya verilmiş isimmiş. Benim dikkatimi fazlasıyla çeken ise buna yapılan nitelemeydi. Güvercinler boyunlarındaki bu farklı renk tonundaki tüyleri isteseler bile çıkaramazlarmış. Çünkü o farklılık onların doğal yapılarındandır. Buna izafeten yapılan benzetmeyle insanların da sevgilerinin boyunlarına güvercin gerdanlığı gibi geçtiğini, unutmak isteseler bile bunun olamayacağı ifade ediliyordu. Birbirini seven insanların birbirlerini unutmamalarının, belki de unutamamalarının sebebi bu olsa gerek. Şüphesiz ki güzel bir benzetme olmuş.
Bu yazıyı, fazla uzatmadan, kavramları birbirine bulaştırmadan, değerli okuyucuların zihinlerini karıştırmadan nihayetlendirmek gerekir sanırım. İnsanların muhakkak ki unuttukları, unutmadıkları, unutamadıkları vardır. Asıl olan şudur ki her ne olursa olsun insanların büyük çoğunluğu unuttum derken bile unuttuklarını, unutmadıklarını belki de unutamadıklarını hatırlamaktadırlar. O zaman unutmak diye bir şey yok mu ki?
Soru benim, cevabı sizin olsun…
Selam ve saygılarımla…

Tedavi hakkında hatırlatma…

Değerli Okuyucular,

Hastalıklar nasıl tedavi edilir diye hiç düşündünüz mü bilmiyorum. Muhakkak ki bir şekilde aklınızın bir köşesinden bu soru ve cevabının ne olduğu geçmiştir. Belki şuan bile cevapları sıralıyor olabilirsiniz.  Hastalık, insan vücudundaki herhangi bir doku, organ veya sistemin herhangi bir etken sebebiyle normal işlevini yerine getirememesi sonucunda ortaya çıkan durum olarak ifade edilebilir. Bu tanımlama kısa ve dar bir tanımlama olsa da temel manada anlaşılabilecek durum budur. Herhangi bir etken tabiri o kadar geniş bir anlam ifade eder ki bunu kısa bir örnekle açıklamak zannımca uygun olur. Mesela bazı hastalıklara sebep olan gözle görülemeyecek kadar küçük varlıklar olduğunu hepimiz biliriz. Halk dilinde bunların hepsine birden mikrop dense de aslında bunlar biyoloji ilminde yapılarına ve benzerliklerine göre birbirinden farklı biçimde sınıflandırılarak isimlendirilirler. Bu mikroorganizmaların bazılarının sebep oldukları hastalıkları tedavi ederken de bir takım ilaçlar kullanılır. Bu ilaçlar genel olarak öncelikle bitkilerden hazırlanan bazı kimyevi maddelere veya aynı özellikteki kimyevi formüllerine göre imal edilmektedirler. İlaçların etki mekanizmaları çok basitmiş gibi görünse de aslında bayağı karmaşık bir yapıdadır. İlaçların muhteviyatındaki kimyevi maddeler genel olarak yapılarına göre etkileyecekleri mikroorganizmanın ölümünü sağlamak veya çoğalmasını engelleyerek ömrünün sona erdirilmesi senaryolarına göre etkilerini yapmaktadırlar. Diyelim ki A adındaki bir hastalığa Aa bakterisi sebep olmaktadır. Bunun tedavisinde ise Aab ilacı kullanılmaktadır. Aab ilacı farz edelim ki bu bakterinin hücre duvarının oluşmasını engelleyecek bir etki yapıyor ve böylece bu bakteriler ölüyor ve hastalık sona eriyor ve kişi iyileşiyor. Basitleştirdiğim bu örnek aslında muhteşem bir yapıyı ve mekanizmayı anlatabiliyordur sanırım. Burada aklınıza şu gelmiş olabilir, A hastalığına yakalandığım zaman, gidip Aab ilacı alır hemen iyileşirim. Yok böyle bir şey. Bu tarz ilaç kullanımı tamamen hastalığa sebep olan mikroorganizmayı kuvvetlendirici etkinin önünü açmaktadır. Bir kişinin hastalığının ne olduğuna karar verecek, aynı hastalığa sebep olan farklı mikroorganizmaları ayırt edebilecek, hastanın durumuna göre gerekli tedaviyi düzenleyecek kişiler tabiplerdir. Şüphesiz ki şifa Allah(c.c.)’tandır ama şifa için gayret göstermek gerekir. Tabiplerin tavsiyelerine göre ilaç kullanmak tedaviyi sağlayan en önemli husustur. İnsanlar muayene olmadan ve tabip tarafından önerilmedikçe kullandıkları ilaçlar yüzünden hem vücutları için olumsuz etkilerin oluşmasına hem de mikroorganizmaların direnç kazanmalarına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda da her türlü zarar misliyle artmaktadır. Örnekler daha da arttırılabilinir.
Bilinen hastalıkların birçoğunun sebepleri ve tedavileri uzun yıllar boyunca yapılan araştırmalar sonucunda bulunmuş ve gün geçtikçe de tedavi metotları geliştirilmeye çalışılmaktadır. Modern tıp anlayışına göre tedavi için kullanılan ilaçların uluslar arası kriterlere göre gerçekleştirilecek araştırma ve deneylerden sonra insanların faydasına sunulabileceği söz konusudur. Hal böyle iken zaman zaman insanların hayallerinin sömürüldüğü, ceplerindeki üç beş kuruşun nasıl olur da hissettirmeden alınabileceği düşüncesindeki bazı insanların yaptıklarını duyduğumda ise içim acımıyor desem yalan olur. Burada hiç kimseyi hiçbir üreticiyi karalamak gibi bir gayem olmadığı gibi kimsenin de reklamını yapmak gibi bir düşüncem de bulunmamaktadır. Bu yalnızca benim düşüncemdir. Naçizane önerim şudur ki herhangi bir şekilde bir rahatsızlığınız olursa(ki gönül ister ki olmasın) öncelikle Aile Hekiminize muayene olmaya gidin. Gerekliyse o sizi diğer sağlık kurumlarına sevk edecektir. Falanın yakınına şu iyi gelmiş, filancanın hastalığı şunu kullanarak geçmiş gibi sözlere itibar etmeyin. Doğru olan şu ki gidip bir tabibe muayene olmak, önerdiği ilaçları kullanmak veya diğer uygulamaları kafamıza göre değil olması gerektiği şekilde yapmaktır. Çok fazla ayrıntıya girmeden siz değerli okuyucuların sıkılmadan okuyabileceği biçimde yazmaya çalıştım ama umarım anlaşılabilir bir şeyler yazabilmişimdir.

Bu arada insanları hastalıklardan iyileştirme, şifa buldurma mesleğine gönül veren çok kıymetli tabip dostlarımın ve arkadaşlarımın 14 Mart Tıp Bayramını da kutlamayı unutmamam lâzım. Onlar olmasaydı dünya ne kadar eksik bir yer olurdu, gerisini siz düşünün.
Selam ve saygılarımla…

Konuşmaya, konuşmamaya, konuşamamaya dair…

Konuşmak, aklımızın ermeye başladığı zamanlardan itibaren ailelerimizden başlamak üzere içinde bulunduğumuz topluma göre şekillenen bir özelliğimizdir. Önceleri çok fazla farkına varamasak da yaşımızla birlikte ilerleyen ve zamanla becerebildiğimiz takdirde dilimizin ucuna gelen her şeyi değil de uygun olanları ifade edebilmenin karşılığıdır da. Bazılarına göre de insanların çok uzun bir süre dayanamayacağı yegâne ihtiyaçlarındandır.

Konuşmak, insanlara Allah(c.c.) tarafından verilmiş bir yetenektir. İnsanlar konuşmak suretiyle birbirleriyle anlaşabilirler. Düşüncelerini, herhangi bir konudaki görüşlerini öncelikle konuşarak anlatırlar. Bizim toplumumuz muhabbet etmekten, sohbet ortamlarından oldukça fazla keyif almaktadır. Ancak konuşmayı yalnızca muhabbet veya sohbet ile ifade etmek de çok anlamlı değildir. İnsanlar sohbet ortamlarında düşüncelerini ifade etmekten ziyade hoşlarına gidecek şeyleri daha çok konuşurlar. Ne yazık ki bu tür konuşmalar dedikodu tarzında da olabilen konuşmalardır.
Konuşmanın en kötü hallerinden birisi gerekli gereksiz her konuda, herhangi bir bilgi sahibi olmadan bir şeyler söylemek olmalıdır. İnsanların neden böyle bir davranışta bulunma gereğini hissetmelerinin sebebi benim çoğu zaman anlayamadığım hususlardandır. Konuşanı dinlemek, konuşulanı anlamak, konuyla ilgili anlaşılamayanları sormak muhakkak ki gereklidir. Konuşmuş olmak için yapılan bir konuşmayı dinlemek zorunda kalmak ve söylenenleri anlamaya çalışmak sanırım büyük bir zulme uğramakla eşdeğer olsa gerek.
Toplumumuzda okuryazar oranı çok olsa da, okuyan ve yazanın az olmasından dolayı birilerine bir şeyler anlatmak ancak konuşmak ile olabilmektedir. Konuşmak böylesine önemli iken insanların birbirleriyle konuşmaması toplumun yabancılaşmasına sebep olmaktadır. Her ne suretle olursa olsun insanların birbirleriyle konuşabilmek için mümkün olduğunca fazla gayret sarf etmesi gereklidir.  Konuşmak insanların kendilerini ifade edebilmelerinin en önemli aracıdır.
Konuşmamak ise konuşmak isteyen bir kimseye verilebilecek en kötü cevaptır. Bir insanın başka bir insanla konuşmamasının farklı sebepleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun insanlar konuşmama isteklerini bile en çok konuşarak bildirirler. Konuşma ile verilen cevabı vücut lisanı ile verilen cevap takip etmektedir.
Konuşmak, bulunulan topluma göre değişik biçimlerde şekillenebilmektedir. Buradaki konuşma şekillenmesinden kastettiğim başka bir anlam yüklenmeden yalın halde yapılan konuşmadır. Bazı yerlerde kelimeler kısalmakta, bazı yerlerde vurgular ve ses tonları değişmekte, bazı yerlerde açıklayıcı olurken bazı yerlerde ise emir tarzında kısa kelimeler ve cümlelerle olabilmektedir. Her ne şekilde olursa olsun anlaşma sağlanabiliyorsa da konuşurken en fazla dikkat edilecek hususlar anlatılmak isteneni tam olarak ifade etmek için kelimeleri özenle seçerek kullanmak ve ses tonuna dikkat etmek olarak belirtilebilir. İnsanlar kendilerine yüksek sesle konuşanları, konuşurken bağıranları çok dikkatli dinlemezler, belki bazı kelimeleri akıllarında tutarlar. Her ne kadar tane tane konuşsalar da gereksiz ayrıntılardan bahsederek konuşmayı uzatanlar da çok fazla umursanmazlar.     
Hiç düşündünüz mü bilmem ama muhakkak karşılaşmışsınızdır, insanların konuşması gerektiği halde konuşamadığı haller vardır. Mesela çok üzgünken konuşması çok zordur insanların. Kelimeler dökülmez dudaklarının arasından, belki de en zor halidir bu konuşmanın, daha doğrusu konuşamamanın. Bir şeyler söylemek zorunda olup da söyleyemediği zamanlar vardır insanın, dilinden parçalanmış kelimeler nefes aralarında yarım yamalak karışarak çıkarken, gözyaşları dökülür yanan kalbinin üzerine ve söyleyemedikleri sözler yüzünden her damlasında derinden sızlatır düştüğü yerleri. Konuşamamanın temelinde muhtemelen hüzün vardır bu yüzden…        
Konuşmak üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilir. Ha keza konuşmamak ve konuşamamak üzerine de. Ama asıl olan şudur ki insanlar meşru ölçüler çerçevesinde birbirleriyle konuşmalıdır. Hele insanlar konuştuklarını konuşmadan önce düşünüp, ölçüp, biçip, tartarak konuşurlarsa muhtemelen bazı anlaşmazlıklarda ortadan kalkmış olacaktır. Yazmak, konuşmaktan daha güç ama çok daha fazla anlam yüklüdür. Yazarmış gibi konuşursa insanlar sanırım hayat daha güzel olacaktır.  
Umarım konuşmuş olmak için konuşmamışımdır. Takdir, konuşurmuş gibi yazmaya çalıştığım bu yazıyı okuyarak birkaç dakika da olsa zamanını ayıran değerli okuyucularındır.
Selam ve muhabbetlerimle…