Şeb-i yeldâyı kim bilir?



“En uzun geceyi yıldızlara bakarak hüküm çıkaran ve vakitleri ayarlayan ne bilir!
Gecelerin kaç saat olduğunu sen âşık olanlara sor!” 

Sanırım bu beyit en kısa olarak bu cümlelerle açıklanabilir...

On yıl Önce – On yıl Sonra (11.11.2003–11.11.2013)

On yıl önce bugün Konya Selçuklu Emniyet Müdürlüğüne kuruluş bildirimini vermiştik, Sağlık Memurları Derneğinin… Yirmi arkadaşımızın imzası olmasına rağmen bir o kadar daha arkadaşımızın aylarca konuşup, araştırıp, karar vermesi sonucunda ortaya çıkmıştı derneğimizin adı, tüzüğü, amblemi ve her şeyi… Bundan dolayıdır ki derneğimize dair her şeyin derinlemesine bir anlamı da vardır. Kurucu yönetim, denetleme ve disiplin kurullarını, derneğimizin kurucusu olan arkadaşların oylarıyla belirlemiştik. Konya Sağlık Müdürlüğünün Yemekhanesinde yapmıştık bu seçim işlemini… Demokratik teamül oluşsun istemiştik ama kurucu yönetim, denetleme ve disiplin kurullarında seçilmeyen tek kişi vardı o da bendim.
Derneğin kuruluşundan sonra en çok soru da isminden dolayı geldi. Biz bu adı koyarken asıl kadro unvanı olarak belirtilen Sağlık Memuru unvanını seçmiştik. Meslektaşlarımızın büyük çoğunluğu kendi unvanından bihaberdi. Branşlarını unvan olarak zannedenler ise çoğunluktaydı. Branşlardan dolayı ayrışmaktan ziyade toparlama düşüncesiyle böyle bir karar vermiştik.
Şimdi, on yıl içinde şunu yaptık, bunu yaptık, şunu yapamadık, buna gücümüz yetmedi diye başlayan satırlar yazmak düşüncesinde değilim. Muhakkak ki eksiklerimiz, hatalarımız, yaptıklarımız, yapamadıklarımız oldu. Bunların çoğunu zaten internet sitemizden uygun oldukça duyurduk, bilgilendirdik meslektaşlarımızı. Bu geçen on yıl içinde bizi takdir edenler de oldu, eleştirenler de… Hepsi olacak muhakkak, yargılamadan eleştirecekler ki arkadaşlarımız hatalarımızı anlayabileceğiz…
Her şeyi bir kenara bırakırsak belki de çocukken bizlere anlatılan masallardaki gibi bir arpa boyu yol gitmiş de olabiliriz, hatta geriye gitmiş de olabiliriz. Ne olursa olsun Sağlık Memurlarının varlığının farkına varmalarını sağlayabildiysek ne mutlu bize…
Bir de belirtmem de fayda olduğunu düşündüğüm bir mevzu daha var. Sağlık Memurları Derneği kurulduğunda sanırım mesleki olarak sağlık çalışanlarının birkaç tane derneği vardı. Bizim derneğimizden sonra kurulan burada isimlerini belirtmek istemediğim üç dört derneğin Sağlık Memurları Derneği örnek alınarak kurulduğunu bizzat o derneklerin başkanları sözlü olarak şahsıma ifade etmişlerdir. Hatta ‘Sizlerin böyle bir derneği kurmuş olmanız bize güç verdi.’ şeklinde derneğimiz adına şahsıma teşekkür etmişti bir dostum. Böyle bir yol açılmasında örnek alınmamıza sevinmedim dersem yalan olur.
Geçtiğimiz on yıl içinde desteklerini esirgemeyen derneğimizin kurullarında görev almış, görev almadan desteklemiş veya desteklememiş bütün dost, arkadaş ve meslektaşlarıma şükranlarımı belirtmek istiyorum. İnsanın hayatında her istediği olamıyor ne yazık ki, mesleki anlamda kayıplarımız ve kazançlarımız olsa da her zaman insan olma boyutunu kaybetmemeye gayret ettik bu geçen zaman içerisinde, inşallah bundan sonra da öyle olur.
Nice on yıllar görmek dileğiyle…
Selam ve saygılarımla…   

Bülent KESKİN
Sağlık Memurları Derneği
Genel Başkanı      

Şehit Olmuş Bir Öğretmeni Hatırlatma!..


1993’ün Ekim ayının yirmi üçüncü günüydü. Havalar yeni soğumaya başlamıştı. Konya’nın kara iklimi artık kendini belli ediyordu. Gündüzleri bir parça güneş, akşam ise daha ziyade bir serin hava… Hem çalışıyor hem de üniversitede tahsil hayatımı sürdürüyordum. Bir önceki gece nöbetçiydim ve sabah derse zar zor yetişmiştim. Saat 10.00 civarında ders arası olmuş kantine gitmiştim. Tam da kapısından içeri girmiştim ki Tarih Bölümünden bir arkadaşımla karşılaştım. Rengi atmıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Merakla ne olduğunu sordum. Yüzüme baktı önce ve arkasından “Haberin yok mu?” dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. “Hüseyin ağabey…” dedi konuşamadı. Anlayamadım ne olduğunu o anda. Hüseyin ağabey geldi gözümün önüne, bizden beş altı yaş büyüktü ama geçen yıl fakülteyi bitirmiş ve daha yeni öğretmen olarak atanmıştı. İlk bu geldi aklıma. Sözünü tamamladığında ise başıma kaynar sular döküldü sanki. “Hüseyin ağabey, şehit olmuş. PKK’lı teröristler görev yaptığı köye gelip onunla birlikte üç öğretmeni ve köyün imamını da alıp götürmüşler. İşkence yaparak onu, bir öğretmen arkadaşını ve imamı şehit etmişler.” Konuşamadım, bir şey diyemedim. Sonra sadece “Allah rahmet eylesin.” Dediğimi hatırlıyorum ve arkasından da geri dönüp, yürüdüğümü. Bu esnada ona dair birkaç anı geldi gözümün önüne. Onu tanıdığım zaman ben lise öğrencisiydim, o da yeni başlamıştı üniversiteye. Yüzünden tebessüm eksik olmayan, içinde bulunduğu zor şartlara rağmen okumaya çalışan, kendi halinde biriydi. Kimseye kötü davrandığını görmemiştim. Bozkır’ın bir köyündendi. Vatanına, milletine bağlı, haline rıza gösteren ve bundan da gocunmayan bir yapısı vardı. Anadolu’nun herhangi bir yerinde eskiden çokça rastlayabildiğiniz şimdilerde ise oldukça az olarak karşılaşabildiğiniz tipik bir Türk evladıydı…

Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Dadaşlar köyünde göreve başlayalı henüz on beş gün olmuşken şehit oldu Hüseyin Ağabey... Ona, belki oralılar bile oraya gidip görev yapmıyor, sen de gitme diyenler olmasına rağmen gitmişti. Orası da vatandı, Türk Bayrağı dalgalanacaktı okulun bahçesindeki direkte. Belki sırf bunun için gitmişti, kim bilir? Bekârdı, evlenememişti imkânsızlıktan. Belki de kalbindeki vatan sevgisinin çokluğundan başka sevgilere yelken açmaya fırsat bile bulamamıştı...

Bir gün kampüse giderken tramvay bakım istasyonunun karşısındaki elektrik trafosunun üzerinde adının yazıldığı bir tabela gördüm. Kızdım kendi kendime böyle şey mi olur diye. Onun hatırasını yaşatacaksanız bari bir okula verin adını, ne demek bu böyle diye kendi kendime söylendim. En nihayetinde bu yıl bir okula vermişler adını. Meram ilçesinde eskiden köy şimdi de mahalle olan Beybes’te yeni yapılan okulun adı onun adı olmuş. Şehit olalı yirmi sene de olsa kendi adıma teşekkür ederim, bu konuda emeği geçenlere…
            
Bu yazıyı neden yazdım biliyor musunuz? Çok sevdiğim bir arkadaşım bir paylaşımda bulunmuş. Onu okudum biraz önce. 1993 yılında Diyarbakır’da Hüseyin ağabeyden dört gün sonra yirmi bir yaşında babasıyla birlikte şehit edilen bir hanım öğretmen kardeşimizi anlatan bir yazıydı. Ben de dâhil olmak üzere önemsemediğimiz hemen her şeyi unutuyoruz hem de çok kolay bir biçimde. Ömrünün ilkbaharında iken canını veren kimleri unutmadık ki? Hatırlatmak istedim…

Hüseyin Ağabey’in ebedi istirahatgâhı Konya’da Musalla Mezarlığında olsa da o iki cihan serveri Peygamber Efendimizin yanında aslında… Ya onu işkenceyle şehit edenler?..

Saygılarımla…

http://www.meb.gov.tr/belirligunler/sehitogretmenler/ogretmenim.asp?ID=64

Gönül Alan...











Değerli Dostlar,

Şimdi nereden çıktı bu “Gönül Alan” diye soruyor olabilirsiniz. Bu “Gönül Alan” benim yayımlanan ilk romanımın ismi. Adının neden “Gönül Alan” olduğunu merak ediyorsanız o da kitabın içinde gizli, okuduğunuzda anlayacaksınız.

Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce ‘kendi yazdığım bir romanı nasıl anlatırım?’ sorusu dolandı kafamın içerisinde bir süre. Sonra kıymetli editörüm Çelebi ÖZTÜRK Bey’in kitabın arka kapağı için seçtiği tanıtım yazısıyla başlayayım istedim:

 “Elinizde tuttuğunuz bu kitap tertemiz bir aşkı anlatıyor.
Bütün benliği aşk acısıyla yanarken, sınırları zorlayan, her acıyı sabırla karşılayan ve Allah’tan gelen büyük bir nimet olarak gören bir delikanlının uzaklardaki sevgilinin hayaliyle yaşamasını, uzun yıllar geçtikten sonra bile onun için gözyaşı dökmesini hangi dil, hangi sözcük, hangi kelime anlatabilir?

…sevgi insanın boynuna güvercinin gerdanlığı gibi geçermiş, güvercin bunu istemese, hatta boynundan çıkarmak istese de çıkaramazmış. İnsan da böyle değil miydi? Kalbinden çıkarabilir miydi sevdiğini? Çıkaramazdı tabii ki. Zaten çıkarıyorsa sevmediğini göstermez mi?

Anlatımı akıcı, dili sade ve muhteşem kurgusuyla gerçek hayattan alınmış güzel bir aşk romanı. En küçükten en yaşlısına kadar her yaş grubundan insanın okuyabileceği, en masum duyguların anlatıldığı, edebi değeri yüksek bu romanın sayfalarını çevirirken kendinizi olayların içinde hissedecek, bazı yerlerde belki “ben de bunu yaşamıştım.” diye de mırıldanacaksınız…

Kitabı anlatan arka kapak yazısı bu kadar, ama tek bir cümle ile belirtilecek olsa kitabın isminin altında da yazdığım “hayatın içindeki hüzne dair” cümlesi daha kısa bir ifade olacaktır.

‘Kitapta neler yazıyor? Bu kitap neyi anlatıyor?’ diye soracak olursanız. Bu kitapta insanın hayatındaki aşk kelimesinin ne anlama geldiğini, unutmak diye bir şeyin olmadığını, hatırlamanın belki de çok ehemmiyet verilmeyen alelade nesnelere bağlı olabileceğini, okuduğunuzda farkına varacağınız diğer bazı insanî halleri ve bize dair fakat çok da farkında olmadığımız bazı hususları anlatmaya çalıştım.

Sizlerden istirhamım öncelikle kitabı okumanız ve okuduktan sonra ister olumlu isterse de olumsuz olsun kitapla ilgili fikir ve görüşlerinizi yorum yaparak veya elektronik posta adresime e-posta atarak bildirmeniz olacaktır. Her türlü eleştiri ve görüşünüzü değerlendireceğimi bilmenizi isterim.

‘Bu kitabı nereden bulurum?’ diyorsanız Konya'da oturan dostlarım Rampalı Çarşıdaki Hüner Kitabevinden temin edebilirler... Bir aksilik olmazsa gelecek haftadan itibaren kitappazaryeri.com internet sitesinden de temin edilebilecek. 


Selam ve saygılarımla...

Anneme…

Sen dünyanı değiştireli iki yıl oldu bugün, yanımızda olmadan geçen yediyüzotuzbir gün… 
İnsan, aklına getirdiğinde bile korkarak olmamasını istedikleriyle hiç beklemediği bir anda karşılaştığında ne hissederse onu hissetmiştim o gün… Sonrasında da takdir-i ilahiye razı olmuştum, mezarına her gidişimde yeniden hatırladığım gibi…

Anne, bu bahar yine güzel açan çiçekler dikti mezarına Levent, babam da o sevdiğin güllerden… Kokularını duymuşsundur nasılsa… Kızımın adına da “gül” eklediğin geldi aklıma, çok severdin ya gülleri…

Geçenlerde doğduğun köye gittik. Erken yaşta ölümüne çok üzüldüğün yeğenin Nail abimin kızını, Fatmanur’u gelin ettik. Keşke sen de, rahmetli dayım da, Nail abim de olsaydı da görseydiniz diye geçirdim aklımdan ama kimseye bunları söyleyemedim, üzülmesinler diye… Belki de onlar da aynı şeyleri düşündüler ve söyleyemediler, kim bilir?.. Sonra mezarlığa gittik. Dedemin, hiç görmediğim anneannemin, dayımın, Nail abimin ve diğer akrabalarımızın mezarlarını ziyaret ettik. Seninle her gittiğimizde yaptığımız gibi… Anneannemin mezarını ziyaret ederken fark ettim ki o vefat ettiğinde sen otuzlu yaşların başındaymışsın. Sen dünyanı değiştirdiğinde de ben otuzlu yaşlarımın sonlarına yaklaşıyordum. “Ben öldüğümde Ayşegül kaç yaşında olacak ki?” sorusu geldi aklıma, bunu da söyleyemedim, o an yanımda olan ne babama, ne abime, ne de Levent’e… Şu an “Allah geçinden versin oğlum, böyle konuşma…” dediğini çok iyi biliyorum… Köy içinde yürürken benim çok fazla hatırlamadığım bir akrabamızla karşılaştık. Konuşurken yüzüme doğru bakıp “Annen gibi tebessüm ediyorsun” dedi bana. Beni sana benzetmişti. O an gözlerim doldu, bir şey diyemedim, gözlerimin nemini gözlüklerimin altından kimseye belli etmemeye çalışarak silerken aynı zamanda aklımdan bize bakarak gülümsediğin zamanlar geçti, mütemadiyen…

Hayat akıp gidiyor ellerimizden, harcayarak yaşıyoruz işte, Allah’ın bize verdiği nefesleri...  Hepimizin sağlığı, sıhhati iyi elhamdülillah… Kapıldık gidiyoruz dünyanın anlamsız gaileleri içerisinde… Ara ara senin yokluğun vuruyor, bir de… Bu kadar işte…

Senin yokluğunu düşününce üstadın şu dizeleri beni bir nebze de olsa rahatlatıyor;
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..”

O kadar çok şey aklıma gelse ve yazmak istesem de kelimeleri cümlelere yerleştiremiyorum nedense? Ben yazsam da yazamasam da sen nasıl olsa anlarsın beni…

İnşallah, hep birlikte iki cihan serveri Peygamber Efendimize komşu oluruz…

Hiç...

















Seni hiç sevmedim ben,
bunu biliyor musun?
Nereden bileceksin ki?
Yüzünü hiç görmedim çünkü…
İnsan yüzünü görmediğini sever mi?
Onu hiç bilmem…
Hiç konuşmadık seninle,
sesini hiç duymadım bu yüzden…
gözlerine ise hiç bakmadım…
Ellerin mi?
Hiç değmedi ki ellerime…
Akşam vakti,
kuru ayazda,
üşüyerek,
hiç otobüs beklemedik seninle…
Kar, hiç yağmadı başımızın üzerine,
soğuktan donmuş karları,
hiç çiğnemedik
ayaklarımızla…
Yağmurda hiç ıslanmadık,
rüzgâr hiç vurmadı yüzümüze…
Ya güneş?
Güneş yoktu ki…
Hiç gökyüzüne bakmadık,
hayal de kurmadık hiç…
Gözlerimizin içinde gözlerimizi görüp,
hiç ağlamadık…
Geceleri hiç uykusuz kalmadım ben…
Hiç şiir de yazmadım sana,
mektup da…
Şarkı söylemeyi zaten bilmem…
Adını da hiç söylemedin bana,
ben de hiç söylemedim,
adını sana,
kendi adımı da…
Sahi, adın neydi senin?
Gözlerin hangi renkti?
Ya saçların?
Çehren nasıldı?
Hiç birini bilmiyorum…
Ve en önemlisi galiba,
hiç yalan söylemedim ben sana,
bu yazdıklarımın dışında...(BK)

Gözlerin gelir aklıma...














Gözlerin gelir aklıma, 
gözlerimin içine, 
gözlerinin içinden, 
baktığın o anlar, 
sessizce, kendiliğinden…
Belki bir yerde otururken, 
ya da otobüs durağında beklerken, 
etrafım insanlarla doluyken… 
Soğuk kış günlerinde rüzgâr,
bütün şiddetiyle, 
şakaklarımda soğukluğunu 
hissettirdiğinde, 
belki yolda hızlı hızlı yürürken 
yanımdan geçen bir kadının 
eşarbındaki kırmızı çiçekte, 
belki simit satan çocukların 
dudaklarından 
dökülen bir sözcükte, 
belki de bulmaca çözen bir yabancının, 
elindeki tükenen kalemi tutuşunda… 
Yahut araba kullanırken, 
radyoda çalan bir şarkının, 
son dörtlüğünün ilk mısrasında, 
merdivenlerden çıkarken 
attığım her adımda, 
ya da okuduğum herhangi bir kitabın 
bütün satırlarında… 
En ıssız vakitlerde, 
sabah gözümü açtığımda mesela, 
ya da gece olup da 
başımı yastığa koyduğumda, 
birden gözümde belirir, 
aklımdan hiç çıkmayan
güzel gözlerin ve sen…


Dosta Doğru...


Uzun yıllar önceydi. Konya’da Atatürk Sağlık Meslek Lisesinde öğrenciydim. Okulumuz yatılıydı. Üçüncü ve dördüncü katları yatakhane, ikinci katı derslikler, giriş katında ise Okul İdaresi, kütüphane ve yemekhane vardı. Bodrum katında ise kantin, televizyon salonu ve mutfak vardı. Günün yirmi dört saati hep birlikteydik. Ders de çalıştık, uyuduk da, top da oynadık, çay da içtik, çokça tartıştık, küstüğümüz zamanlar oldu. Hatta okuldan kaçtığımız da. İtiraf ediyorum bir kere de ben kaçmıştım okuldan, bir dostumla birlikte. İkinci sınıftaydık, bir Çarşamba akşamıydı sanırım, etüd yoktu. Okuldan kaçıp o zamanki adıyla Devlet Hastanesinin Dahiliye-Göğüs Servisine gitmiştik. Saat 20.00 civarlarıydı. Tedavi saatiydi anlayacağınız. Şimdiki gibi inraketler yoktu. Tedavi vaktinde o servisteki hemen hemen her hastaya damardan Aminocardol yapılırdı ki bu ilaç on mililitredir ve en az on dakika sürer yapması. Kaçma sebebimiz damardan enjeksiyon yaparak yalnızca el becerimizi arttırmaktı, belirteyim keyfi değildi anlayacağınız.
Yatılı okulda okuyanlar bilirler değişik bir hiyerarşi vardır, adı konulmamış. Önceleri zorlansak da bir süre sonra insan alışıyor. Bu da insandan insana farklılık arz ediyor tabii ki. Sonraları herkes kendine yakın hissettikleri ile samimi duygular içerisinde arkadaşlıklar yapmaya başlıyor. Burada da ilk belirleyici nokta aynı memleketten olma, bir yerlerden tanıma veya çok daha farklı sosyolojik durumlara bağlı olabiliyor. Gençliğin verdiği sonsuz enerji ve fütursuzlukla algılama yanlışlıkları eskilerin tabiriyle cahillikler de olmuyor değil. Bundan dolayıdır ki sevdikleriniz de oluyor, sevmedikleriniz de. Ama yıllar sonra anlıyorsunuz ki aynı kazandan yemek yediğinizden midir bilmem kardeş gibi oluveriyorsunuz. Hem de aynı dönemlerde okumadıklarınızla bile.
Yatılı okullar, okumaya (tahsil anlamında söylemiyorum) meraklı olanlar için bulunmaz fırsatlar verir insanın eline. Okuyan arkadaşlarınızdan yeni şeyler öğrenebilirsiniz, kitapları değişerek okuyabilirsiniz, hatta okuduklarınızı derin tahliller ederek tartışabilirsiniz. İddia ediyorum üniversite yıllarımda böyle ortamlarla karşılaşamadım. Bu yüzden dolayı da hâlâ üzülürüm. Konuları tartıştıkça dostluklarınız da artar. O zamanlarda azalır gibi görünse de. Bir de iyi bir kütüphanesi varsa sizden iyisi yoktur artık. Okudukça, konuştukça kafanızdaki önyargılar kalkacak, dostluklar artacaktır. İşte yatılı okulda okumanın avantajıdır belki benim de dostlarım oldu. Hem de ziyadesiyle. Hatıralara da fazlasıyla olur bu yüzden. Hiç unutmam bir Pazar günü etüd vaktinde Nene adında yazılmış bir hikayeyi Dede olarak piyes senaryosuna çevirmiştik. Sonra da okulda piyes olarak oynanmıştı. Dede’yi de tabii ki o dostum oynamıştı. Pamuktan sakallar yapmıştık ki hala o hali gözümün önüne gelir, buluşup eski günleri yad ederken.
Kütüphanemiz çok büyük değildi ama fena sayılmazdı. Türk Edebiyatında önemli yerleri olan Tarık Buğra’yı, Yahya Kemal’i, Mehmet Akif’i, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nu, Namık Kemal’i, Ömer Seyfettin’i, Reşat Nuri Güntekin’i, Necip Fazıl’ı, Abdurrahim Karakoç’u, Cengiz Dağcı’yı, Cengiz Aytmatov’u genç yaşta yitirdiğimiz Erol Güngör’ü, Yusuf Has Hacip’i, Fuzuli’yi, Beydeba’yı aynı zamanda Monteigne’i, Bacon’ı, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Steinbeck’i, Balzac’ı, Goethe’yi, A.Dumas’ı, Victor Hugo’yu ve şuan hatırlayamadığım nicesinin kitaplarından bazılarını oradan temin edip okumuştum. Öyle iç içeydik ki kitaplarla raflardaki yerlerini bile bildiğimiz zamanlar az değildi. Kütüphanede bulunmayanları ise başka bir şekilde temin edip okurduk.
Dostlarımın hepsini hayırla yad etmek istiyorum. Hepsini yazmak isterim ama onlarla ilgili birer satır yazsam sayfalar yetmez. Şükürler olsun ki o kadar çoklar. Yalnızca birkaç tanesini daha yazayım, onlar nasılsa kendilerini bilir. Bir dostum vardı ki kendisi güneyli olmasına rağmen aklı her daim kuzeydeydi. Hâlâ da öyle ama bunu çok fazla aşikar etmesem iyi olacak sanırım. Bazen üzücü haller de olurdu. Çok iyi futbol oynayan yetenekli bir arkadaşım vardı ki yanlış teşhisten dolayı futbol hayatı sona ermişti. Belki de ünlü bir futbolcu olabilecekti. Daha neler neler…  
Bazı şeylerin o zamanlarda farkına varamasak da şimdi daha iyi anlıyorum ki kardeş gibi dostlarımız olmuş. Bazen birbirimizle kötü olduğumuz, tartışıp, küstüğümüz zamanlar oldu çocukça ve anlamsızca. O yıllarda emsallerimiz daha küçük tepelerdeki kargalarla, doruklardaki kartalları karıştırırken bizler Kaf dağlarında Zümrüd-ü Ankalar aramaya başlamıştık gencecik bedenlerimizle… Büyük çoğunluğumuz hem çalıştılar hem de eğitimlerine devam ettiler. Sırtlarımızdaki ağırlıklar çoğaldıkça eğilecek yerde daha da dikleşti omuzlarımız… Zamanla fark ettik ki okulda bize verilen mesleki eğitimi, gerçek iş hayatında sandığımız kadar kullanma imkânımız ve selâhiyetimiz olamadı ne yazık ki. Binalar taştan, tuğladan, demirden, betondan olsa da oraları mekânlaştıran, bizlere sevdiren arkadaşlarımız, dostlarımızdı. Şimdi o bina yıkıldı, yanındaki hastane binasıyla birlikte. Büyük bir kompleks yapılacakmış. Birçok anımızın olduğu yerler şimdi yerle yeksan oldu. Ama orada edindiğim dostlarım ve arkadaşlarım ben ölene kadar kalbimde yaşayacaklar…
Rahmetli Abdurrahim Karakoç’un;
“İçimde her uzayan yol
Çıkar gider Dosta Doğru
Nergis, Itır, Menekşe, Gül
Kokar gider Dosta Doğru”
Dediği gibi benim gönlüm de yalnız yatılı okulda edindiğim değil bütün dostlarıma doğru her daim akıp gidecektir.  
Selamlarımla…

Çıkmaz Gözümün Nuru Gözün Didelerimden…


Çocukluğumda en sevmediğim cümleler, genellikle yaşı benden büyük olanların “biz çocukken” diye başladıkları cümlelerdi. Nedense içten içe bir yadırgama hisseder ama yine de sesimi çıkarmazdım. Yılların hızla geçtiğini, değer yargıları ve hayatın fütursuzca farklılaştığını, benim de bu kelimeleri kullanmaya başladığımı fark ettiğim zamanlar sanırım şairin yolun yarısı dediği yaş sınırını geçtiğim zamanlara tekabül eder. İnsan, bazı şeyleri zamanı geldiğinde yaşıyor galiba, her şey için geçerli olmasa da…

Geçenlerde arabayla işe giderken radyoda dinleyecek bir kanal arıyordum ki kulağıma güzel olduğunu düşündüğüm bir tını geldi. Nihavend bir eser zannettim ilk önce ama yeni dönem bir pop şarkısı olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Merak edip yarım dakika kadar dinledim. Yalnızca yarım dakika dayanabildim çünkü duyduğum üç mısra şarkı sözünün birbiriyle ilgisiz ve anlamsız bir halde olması ve arkasından müziğin kafama çivi çakılıyormuş gibi bir hale dönüşmesi beni başka bir radyo kanalı bulmaya yöneltti. Bu arada kendi kendime söylenmeyi de ihmal etmedim tabii ki. Benim gençliğimde Barış Manço, Sezen AKSU ve diğer sanatçılar vardı ama onlar hiçte böyle değildi. Şarkılarının hem sözleri anlamlı olur hem de müzik kaliteleri çok yüksek olurdu.

Böyle söylenirken bir yandan da kültürümüzün temel taşlarından birisi olan musikimiz geçti aklımdan. Hangi akla hizmet milletimize dayatılan halk ve sanat müziği söylemlerini de düşündüm bu sırada. Milletimizin çoğu şey gibi çok farkında olmadıklarından birisi de musikimizdir aslında. Musikimizin iki farklı formunu yani türkü ve şarkıyı halk ve sanat diye ayırmak bence musikimize ihanettir. Hangi formunu severseniz sevin Türk Musikisi sonsuz bir deryadır benim için. Gerek türkülerin gerekse de şarkıların müzik yapısı yanında insanımızı derin düşüncelere götürebilen sözleri vardır ki özenle seçilmiş kelimelerden oluşması açısından da ehemmiyetlidir. Milletimizin ruh inceliği müziğimize fazlasıyla yansımıştır. İnsanların müzik zevkinin tartışılmaması genel geçer bir kaidedir ve bu yüzden insanlar hoşuna giden her türlü müziği dinleyebilir. Popüler olanlar da dahil herkes için bu kural geçerlidir. Yalnız beste ile sözlerin uyumlu ve anlamlı olmasının kesinlikle göz ardı edilmemesi gerekir.

Benim çocukluğumda şimdiki zamanın aksine çok eski zamanlardan kalan incelikle önce en güzel yazılmış şiirler seçilir ve ondan sonra besteleri olurdu ki musikiyle birlikte insanların aklına o güzel mısralar da yerleşirdi. Geçen hafta bir arkadaşım özellikle gençlerin dinledikleri müzik parçalarının önce nakarat kısımlarının bilgisayarla oluşturulduğunu sonra da bu besteye uygun sözlerin uydurulduğunu, bu yüzden de anlamsız cümleler içerdiğini söylemişti ki o an dehşete kapılmıştım. Aklımdan sözlerini şiir olarak bildiğim bazı eserler geçti birden ve bu yazıyı yazmaya da o anda karar verdim. Sözlerinin bir kısmını hatırladığım bu eserlerden bazılarından öğrendiklerimi de sizlerle paylaşayım istedim ki bazılarını sizler zaten biliyorsunuzdur.

Mesela “Dönülmez Akşamın Ufkundayım” cümlesiyle başlayan şarkı aslında Yahya Kemal’in “Rindlerin Akşamı” isimli şiiridir. İlk mısrası “Her yer karanlık” olan Makber Şarkısı ise Abdülhak Hamid TARHAN’ın kaybettiği eşi için yazdığı meşhur şiirinin bestelenmiş halidir. Benim gençliğimde insanlar müzik dinlerken aynı zamanda; Sevgilisini aklından çıkaramadığından geceleri yatamayıp, bu fikri başından atamayanların her bir dertten yaman saydıkları ayrılığı, Ala gözlüsünden ayrı gecelerin uzun olduğunu, hasretlerin ayrılıkla başlayıp, yanan yüreklerin sessizce ağladığını, Saatlerin hüzünlere bölündüğünü, ayrılıkla sevginin beraber olduğunu, iki damla yaşın her şeye şahit olduğunu, Yıldızların yücelerden kayarken, renklerin geceden sıyrıldığı, yüreklerin inceden sızladığında sevgilinin düşünüldüğünü, Kalbe dolan o ilk bakışın, sevda ile ilk uyanışın, yıllar geçse de o bir ismin hiç unutulmayacağını, Sevdiğini son bir kez olsun yakından görmek için kurban olunduğu takdirde dağların yol verdiğini ve geçilebildiğini, ayrıca bu şarkının melodisinin duyulmasıyla aynı zamanda sevdiğinin hatırına gelindiğini, gülünce güllerin açılıp, bülbüllerin sevgiliyi söylediğini, Gamze gamze gülüp, göğsüne alıverince ikinci baharın geldiğini, Acılardan arta  bakışların kaldığını, gözlerdeki buğuların ise günbatımı bulutlar olduğunu, Yar gelirken ayakları toz olmasın diye küçelere(sokaklara) su serpenlerin olduğunu, Sevgiliyi annesi bile okşasa sevenin bağrının kan olduğunu, Beni düşünme derken beni aklından çıkarma ama yalnızca kendine iyi bak temennisinin dolaylı anlamını da şarkılardan öğreniyorlardı, belki de öğrendikleri daha da çoktu…


İnsanlar duygularını, özlemlerini, beklentilerini, söylemek isteyip de söyleyemediklerini, kaybettiklerini, yitirdiklerini, yandıklarını, yakıldıklarını, sevdiklerini, kavuştuklarını, kavuşamadıklarını, dünyalarını ve akla gelebilecek birçok şeyi şarkılarda ve türkülerde de söylerler. Birbirini göremeyen, görse bile konuşamayan, konuşsa bile söyleyemeyen, söylese bile anlatamayan, anlatsa bile anlaşılamayan, anlaşılsa bile kabul gören-görmeyen hisler hep şarkıların, türkülerin sözlerindedir. Bu açıdan bakıldığında da sözler çok ehemmiyete haizdir.  Aşağıda bağlantı adresini de belirttiğim Mehmet Hafid Bey’in güftesini yazdığı, Büyük Sanatçı Bimen ŞEN’in bestelediği Hüzzam Makamındaki şarkının ilk beyitindeki;
“Dil-hun olurum yad-ı cemalinle senin ben,
Çıkmaz gözümün nuru gözün didelerimden”
sözlerinin kim için yazıldığı bilinmez ama bugün “Senin yüzünü hatırlarken, seni anarken gönlüm kan ağlar, gözümün nuru olan gözün çıkmaz gözlerimden” anlamına geldiğini bilen âşıkların hissettikleri duyguların derinliği takdire şayandır… Benim sesim, söylediklerim, yazdıklarım doğrudan sana ulaşamasa da sen bunları bir biçimde duyduğunda, okuduğunda gönlüne dokunsun kabîlinden…  Dinlerken neler düşüneceksiniz neler…
Selamlarımla…

http://www.youtube.com/watch?v=ILGQoHmMHqc

Yağmur, sen ve ben…



















Gece vaktiydi,
soğuktu ve yağmur yağıyordu,
hem de bardaktan boşanırcasına…
ve ben yürüyordum bir başıma.
sözde adım atıyordum,
ayaklarımın nereye bastığını görmeden,
en koyusunda karanlığın…
şimşekler çakıyordu birbiri ardı sıra,
aydınlanıyordu o an her yer
ve ben her şimşek çakışında
seni görüyordum,
gökyüzünde…
bana doğru bakıyordun,
sana baktığımı gördüğünde,

gözlerinle gülüyordun,
dudaklarınla tebessüm ederken…
bana bakarken gülen

gözlerini görüyordum,
sana bakarken

kahverengi gözlerimle...
sonra parlayan şimşek adetince
gök gürlemeye başladığında
bir çocuk gibi korkuyordum…
işte o an Sen

birden kayboluyordun.
Sen kaybolduğun için mi
gök gürlüyordu,
ben korktuğum için mi
kayboluyordun,
yoksa gök gürlediği için mi
korkuyordum,
orasını bilemiyorum…
ama ben yine
şimşek çakmasını istiyor oluyordum

tam da o sırada…
yağmur yağıyordu,
ben ıslanıyordum,
rüzgar yağmur damlalarını
kırbaç gibi yüzüme çarptıkça
yanaklarım kızarıyordu,
gözyaşlarım

yağmur damlalarına karışırken
ben ağlıyordum…
ama ne yağmuru,
ne ıslandığımı,
ne yanaklarımın kızardığını,
ne de ağladığımı hissediyordum…
ve yine şimşek çakıyordu.
çiçekli eşarbını görüyordum bu sefer

o güzel başının üzerinde…
köşesinde kibrit yanığı olup
örterken o tarafını

içe doğru kıvırdığın…
hani siyah kenarlı,
sonrası bir parça kırmızı ve yeşil,
üzeri çiçek desenli

beyaza yakın krem tonunda
ipekten olan…
Sana seslenmek istiyordum,
adın dilime dolanıyordu
üç hece, beş nokta
bir türlü çıkmıyordu dudaklarımdan
ortalık yeniden kararırken
Sen kayboluyordun
ve Sen kaybolurken karanlıkta,
gök yine gürlüyor

ben yine korkuyordum.
Çok kısa da olsa
ve arkasından

çocuklar gibi korksam da
gecenin karanlığındaki

her şimşek çakışında,
Seni bana gösterdiği için
hep sevdim,

yağmurun yağmasını…

Hoşça baktın mı zatına?


Başlığı okuduğunuzda “Bu da ne demek şimdi?” diyenleriniz olmuştur sanırım. Ben de aslını yani beyitte geçtiği haliyle “Hoşça bak zatına” şeklinde okuduğumda farklı bir anlama mı geldiğini merak etmiştim. Yazdığım başlığın aslından farkı benim soru haline çevirmem yalnızca. Bir süre önce Beşir AYVAZOĞLU’nun “Kuğu’nun Son Şarkısı” isimli eserini temin etmiştim. Okudukça gördüm ki Şeyh Gâlib’i, yaşadığı zamanı, Hüsn ü Aşk’ı, divan şiirinin son parıltılı noktasını merak edenlerin bu kitabı muhakkak okuması gerekli. Kendi kendime de kızdım bu arada, neden bu kitabı daha önce okumadım diye. Orada gördüm, o zamanlarda belki de sıkça kullanılan bu temenni içeren cümleyi. Şimdilerdeki karşılığı ise kısaca “Kendine iyi bak” şeklinde. Hani şairin şarkı olmuş şiirinde bu cümleyle başlayan sonrasında “Beni düşünme” ve arkasından biraz da tevekkül içeren “Su akar, yatağını bulur” dizesiyle devam eden güzel sözleri… Kendileri için bir anlamı olanlar bu şiiri ve şarkıyı hatırlayacaktır nasıl olsa...

İnsan kendisine ne kadar bakabilir? Bakmaktan kastedilen ne olduğunun farkına varmak için gayret sarf etmesi midir, yoksa görünen anlamıyla yemesine, içmesine, oturmasına, kalkmasına, sağlığına, sıhhatine, hâline, hareketine dikkat etmesi midir? İnananların herhangi bir kişiye kendine iyi bak demesi, hâlini anla, bilmediklerini keşfet, hayat serüvenini algıla anlamına geldiği gibi birbirini sevenlerin kendine iyi bak demesi muhakkak ki her ne hâl olursa olsun her biçimde yani gerek bedenî gerekse de ruhî açıdan “kendine dikkat et” iması taşımaktadır sanırım. Kaybetmek, yitirmek korkusu da olabilir bu sözün arkasında çünkü sevenlerin en büyük korkusu sevdiklerini kaybetmek üzerinedir. Daha fazla irdelemeyeyim, gerisi siz değerli okuyucuların anlayışına kalsın isterseniz. Çünkü farklı anlayışlar ortaya çıkacaktır ki farklı bakış açıları insanı güzelliklere götürdüğü gibi birtakım çatışmalara da sebep olabilir.

Herkesin sıkça duyduğu “Âh minel aşk” sözü vardır. Kitaplara isim olmuş, her ne kadar gönüllerde gizlense de hat levhaları yapılarak duvarları süslemiştir yüzyıllardan beri ve süsleyecektir de. Kuğunun Son Şarkısı kitabında belirtildiği üzere bu söz Şeyh Gâlib’in bir terci-i bendinde vasıta beyti olarak kullandığı Arapça bir beytin ilk mısrasından alınmıştır.
“Âh mine’l aşkı ve hâlâtîhî
Ahraka kalbî bi harârâtihî”
(Âh, aşkın elinden ve onun hâllerinden; ateşiyle kalbimi yaktı, yandırdı…)

İsmini duyduğunda gündüz vakti sanki zifiri karanlık bir gecede kalmış gibi yolunu kaybeden,  yaşadığını düşündüğü şehrin sokak taşlarında ayak izlerini arayan, varsa şayet elinin değdiği birkaç nesneyi, mesela bir kâğıt parçasını yahut bir çengelli iğneyi en müstesna yerlerde, gözlerinin buğulu halini gözlerinin içinde saklayanlar, kalplerinde gizledikleri ve günbegün artan odla yaşamaya çalışanlar ne kadar hoşça bakar zatına, işte bunu kim bilebilir ki?

Bu yazıyı da başlığı yazmama sebeb olan Şeyh Gâlib’in şu güzel beyitiyle nihayetlendireyim.
"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen"
(Kendine iyi bak ki sen âlemin özüsün,
Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.)

Şairlere ahenkle ve binlerce kelime içerisinden yalnızca bazılarını kullanarak muhteşem mısraları yazdıran aşksa, bana bu eğri büğrü satırları karalatan nedir ki?..

Karın yağdığını görünce…


Bugün sabah, apartman kapısından dışarıya adımımı atar atmaz elmacık kemiklerimi ve şakaklarımı sızlatan bir rüzgârla karşılaşmıştım. Rüzgârın, soğuğun şiddetini bir misli daha artırdığını aklımdan geçirmiştim ki kızım benden önce “Bugün hava çok soğuk baba” dediğinde yalnızca gülümsemiştim. Kampüse yaklaşırken ince ince kar yağdığını görmüş, sonra fazlalaştığını ve az da olsa yollarda birikmeye başladığını görünce de galiba meteorolojinin söylediği kar geliyor sanmıştım. Ama kısa bir süre sonra kar yağışı kesildi ve birikenler de eridi. Ve ortada yalnızca insanın kemiklerini sızlatan Konya’nın meşhur ayazı kaldı…

Kar’ı ilk olarak nerede gördüğümü ve kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyorum. Çok kar yağan yerlerde çocukluğu geçenler bunu çok fazla hatırlamazlar. Ama karı on beş yaşında görenler o günü kolay kolay unutmazlar. Çok sevdiğim bir arkadaşımı hatırladım şimdi. Yatılı okulda öğrenciydik, bir Cumartesi akşamıydı ve kar yağmaya başlamıştı. Bu durum bizler için çok olağan bir hal olsa da biraz sonra okulun bahçesinde birinin karlarla yuvarlandığını görünce şaşırmıştım. Karanlıktan kim olduğunu tam seçemeyince bahçeye çıkıp yanına gittiğimde hiç kar görmemiş arkadaşım olduğunu görmüştüm. Hasta olacağını söylediğimde klasik Türk cevabı vermişti. Tahmin etmişsinizdir. Ama dediği gibi olmadı ve iki gün sonra ateşler içerisinde kaldı ve yanlış hatırlamıyorsam sabah akşam on adet penisilin iğnesi yaptırarak iyileşebildi. Karın yağışını ilk defa görmekten dolayı mı yoksa iğnelerin acısından dolayı mı bilmem o günleri hep hatırlar ve biz de ona sorarız arada bir…

Kar yağarken ve sonrasında hayatı en zor olanlar başlarını sokacak bir yeri olmayanlarındır. Sıcak bir yeri olmayanların hali nicedir diye çoğumuzun aklına gelir de bir şeyler yapar mıyız çok da bilmem. Ya onların yerinde biz de olsaydık, yenilerin moda tabiriyle empati yaparsak ne olur ki? İnanıyorum ki çok şeyler yapanlar vardır.  Çünkü biz öyle bir milletiz ki çok kar yağdığında yiyecek bir şey bulamayacak vahşi hayvanlar için bile dağlık, tepelik yerlere et atıp onların beslenebilmesi için ferman yayınlayan sultanlarımız olmuş. Muhakkak ki devlet bir şeyler yapacak, ama biz de elimizden geldiğince, bütçemizin erdiğince çevremizde bulunanlara yardım etmeliyiz.  İnsanlar birbirlerine yardım ettikçe, birbirlerine dayandıkça hayat daha da anlam kazanıyor.

Uzun yıllar önce, şimdilerde nerede olduğunu bilemediğim ve aklımın bir köşesinde hep duran bir arkadaşımla yaklaşık bir buçuk saat otobüs beklemiştik. Soğuk bir aralık günü vakit akşamüstüydü ve her yerde kar vardı ama kar, kar olmaktan çıkmış havanın soğuğundan dolayı buz olmuştu sanki. Üzerine bastığımızda ayağımız kayıyordu. Soğuktan mütevellit en son ayaklarımı hissetmemeye başlamıştım ki otobüs gelmişti ve az da olsa yanan kaloriferiyle bir nebze ısınabilmiştik. Ümit ediyorum ki o arkadaşım bu yazıyı okur ve o günü hatırlar…  Artık eskisi gibi kar yağmıyor zaten Konya’ya. Sadece geçen yıl sonradan sonraya yağdı ve hem de iyi yağdı. Unuttuğumu zannettiğim çocukluğumu hatırlattı bana o kadar kar yağması. Çocukluğumda kar yağması ile ilgili hatırladığım en güzel şey karın çok yağmasını istemekti. Kar yağmaya başladı mı daha çok yağsın diye dua ettiğimi bile hatırlıyorum. Çocukluk işte kar çok yağarsa okul tatil olur diye beklemek.  Asıl mevzu kar yağarken perdeyi açmak, gürül gürül yanan sıcak sobanın yanına oturup lapa lapa kar yağışını izleyerek keyif yapmak. Tabii bu arada ne kadar evin içinde olsanız da kat kat giyinilecek, olmazsa olmaz ayağınızda yün çorap da olacak. Anacığımın üç numara örgü şişiyle elinde ördüğü yün kazaklar da giyilmiş olacak. Odadan dışarı çıkıp tekrar girdiğiniz zaman üşüyen ellerinizi ısıtmak için sobanın üzerindeki güğüm veya ibriğe önce sıcaklığını anlamak için parmak uçlarıyla dokunmak suretiyle normal sıcaklığında olduğuna emin olduğunuzda avuç içlerinizi yavaşça sürerek ısıtacaksınız. Çünkü ritüeli tamamlamak lâzım… Bu yazdıklarımı sobalı evde oturan çocuklar hâlâ yaşıyorlar, sayıları çok fazla kalmasa da. Ya kaloriferli evlerde oturan çocuklar, onların sobalı evlerde oda kapılarının neden dolayı kapalı tutulduğunu anlamaları için daha uzun yıllar var önlerinde!!!

Bu yazıyı daha da uzatmayayım isterseniz. Belki çocukluğunuzun kışlarından bir nebze de olsa hatırınıza gelmiştir. Sezai KARAKOÇ’un 1953’te yazdığı meşhur “Kar Şiiri” ile bu yazıyı da nihayetlendireyim. Bana çok farklı şeyleri anlattı, bakalım sizler neleri anlayacaksınız.

Selam ve muhabbetlerimle…     

KAR ŞİİRİ
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın

Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın

Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın

Ben bu şiiri yazdım aşkın çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın