Aslında her çağda MOBBİNG vardı…

Zannetmeyin ki geçmişte yaşamış olan insanlar bizlerden çok farklıydı. Onlar da bir anne ve babaya sahipti. Büyük çoğunluğu küçük topluluklar halinde değişik coğrafyalarda hayatlarını sürdürüyorlardı. Yaşadıkları bölgelerin özelliklerine göre kimi hayvancılık yapıyor kimi tarımla uğraşıyordu. Deniz, göl ve akarsu kenarlarında yaşayanlar ise buraların nimetlerinden yararlanıyorlardı. Bir kısmı ise de bu topluluklarla savaşarak, şayet ölmezlerse elde ettikleri ile yaşıyorlardı. Okuma yazma bilenlerin bilmeyenlere oranı ise değerlendirmeye bile alınmayacak kadar azdı. Zamanla her şey değişse de insanların yalnız biyolojik değil psikolojik ve sosyolojik özellikleri de günümüze kadar çok fazla değişikliğe uğramadan ulaştı. Okuma yazma bilenlerin sayısının artması neticesinde insanların okudukları ile hayatlarını şekillendirebilmelerini sağladıklarını söyleyebilmek çok da doğru olmaz gibi geliyor bana ama umarım yanılıyorumdur.
 14 Mayıs 2011 günü Hasta Sağlık Çalışanı İlişkilerinde Güncel Konular sempozyumunda Sn.Prof.Dr.Hamit HANCI tarafından yapılan sunumu dinlerken ben de mobbing ile ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Karar vermenin kolay olmasına rağmen yapabilmenin zorluğu sebebiyle ancak bugün yazabildim.
 Mobbing, Latince “mobile vulgus” sözcüğünden gelmektedir. Kararsız kalabalık, şiddete yönelmiş topluluk gibi anlamlar taşımaktadır. İngilizcede “mob” eylemi, bir yerde toplanmak, saldırmak ve rahatsız etmek demektir. Bir ülkenin en değerli sermayesi olan insan kaynaklarına zarar veren ve bunun sonucunda da birey, kurum, ve toplum düzeyinde hem sosyal, hem psikolojik hem de ekonomik açıdan kayıplara neden olan mobbing kavramının iş dünyası bağlamında Dr.Heinz Leymann tarafından yapılan tanımı ise şöyledir:
“Mobbing, duygusal bir saldırıdır. Bir veya birkaç kişi tarafından diğer bir kişiye yönelik olarak düşmanca ve ahlak dışı yöntemlerle sistematik bir biçimde uygulanan psikolojik bir terördür.” (1)
Mobbing, özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır.(2) Türkçe karşılık olarak yıldırma, bezdirme, zorlama gibi sözcükler önerilse de bugün için kabul edilmiş bir sözcük yoktur.
Bu tanımlardan sonra “Ben de iş hayatımda bu tür bir durumla karşılaştım.” Diyenlerin olacağını tahmin edebiliyorum. Çalışma hayatındaki insanların büyük çoğunluğu bu tür bir tecrübe yaşamıştır. Aslında her çağda mobbing vardı derken kasdetmek istediğim de buydu. Mobbing diye isimlendirilmese de insanların birileri için çalışmaya başladığı ilk andan itibaren bu olgu da başlamıştır.
Kimler mobbinge maruz kalır sorusu aklımıza gelirse bunun karşılığı da genel olarak şu sayacaklarım olacaktır;
·         İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan;
·         İlişkileri olumlu olan ve çevresindekilerce sevilen;
·         Çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, bunlardan ödün vermeyen;
·         Dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık;
·         Bağımsız ve yaratıcı;
·         Zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan kişiler.
Zorbalar ise, aşırı kontrolcü, korkak, nevrotik ve iktidar açlığı olan kişiler olarak tanımlanıyor. (Leymann)
Mobbing herhangi bir kültür, ırk vb. farkı gözetmeksizin her yerde ortaya çıkabilmektedir. İşyerlerinde gerçekleşen psikolojik taciz süreci içerisinde üç tip rol ayırt edilir.
• Mobbing uygulayanlar (saldırganlar, tacizciler).
• Mobbing mağdurları (kurbanlar).
• Mobbing izleyicileri.
Dolayısıyla çalışma yaşamında herkes, bu roller bağlamında mobbing olgusu içinde rol almaya adaydır. Kendine ait rolü oynayan bu üç grubun her birinin, kendi özelliği ve etkinliği var olup, aynı zamanda birbirlerini de etkilemektedirler.(3)
Kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör işyerlerinde gerçekleşen psikolojik taciz, çalışanların itibarını ve onurunu zedelemekte, verimliliğini azaltmakta ve sağlığını kaybetmesine neden olarak çalışma hayatını olumsuz etkilemektedir.
Kasıtlı ve sistematik olarak belirli bir süre çalışanın aşağılanması, küçümsenmesi, dışlanması, kişiliğinin ve saygınlığının zedelenmesi, kötü muameleye tabi tutulması, yıldırılması ve benzeri şekillerde ortaya çıkan psikolojik tacizin önlenmesi gerek iş sağlığı ve güvenliği gerekse çalışma barışının geliştirilmesi açısından çok önemlidir.(4)
Son yıllarda ülkemizde bu konu ile ilgili çalışmalar artmıştır. T.C. Başbakanlık Makamınca 2011/2 sayılı genelge ile hem kamu hem de özel sektörde mobbingle mücadele için önemli bir adım atılmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik İletişim Merkezindeki(Alo 170) görevliler aracılığıyla işyerinde psikolojik tacize uğrayanlara yardım ve destek verilmeye başlanmıştır.
Mobbingle İle Mücadele Derneğinin, zorbalığa maruz kalanlara destek olmak, bilgilendirme ve hukuki yardım etmek için kurulmuş bir sivil toplum örgütü olduğunu da yukarıda belirttiğim sempozyumdaki sunumdan öğrendim. Toplumu eğitim yoluyla bilgilendirip, psikolojik tacizi kamuoyu ile paylaşarak duyarlılık oluşturmak gayesi güdülmekteymiş. Böyle ulvi bir amaç için bu derneği kuranlara ve yöneticilerine ayrıca şükranlarımı sunarım. Dernekle ilgili geniş bilgiye http://mobbing.org.tr/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Kısa bir bilgilendirme yazısı yazmak düşüncesinde idim ama galiba biraz uzun olmuş. Umarım sıkılmadan okumuşsunuzdur. Mobbingle ilgili daha geniş bilgi edinmek isterseniz aşağıda belirttiğim dipnotlardaki internet adreslerini ziyaret etmenizin iyi olacağı kanaatindeyim...
Selam ve saygılarımla…

(1) Mobbing Kavramının Türkçe Serüveni, Oktay Eser, İstanbul Kültür Üniversitesi, http://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/oktay_eser_mobbing_kavrami.pdf
(3) İşyerinde Psikolojik Taciz, Prof. Dr. Pınar TINAZ, Marmara Üniversitesi, İİBF, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü http://www.calismatoplum.org/sayi11/tinaz.pdf
(4)T.C.Başbakanlık 2011/2 Sayılı Genelgesi, İşyerlerinde Psikolojik Tacizin (Mobbing) Önlenmesi. http://www.basbakanlik.gov.tr/genelge_pdf/2011/2010-0010-006-3351.pdf#page=1

Sağlık Meslek Birlikleri ve Odaları Neden gereklidir?

           
Meslek Odası nedir?
Meslek Odası, herhangi bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, bu mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ve kamu ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile kurulan tüzelkişiliğe sahip kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. Ör: Konya Tabip Odası vb.
Meslek Birliği Nedir?
Meslek Birliği, herhangi bir meslek dalında o meslekle ilgili ahlak ve dayanışmayı korumak, mesleğin kamu ve kişi yararına uygulanıp geliştirilmesini sağlamak ve meslek mensuplarının hak ve yararlarını korumak amacıyla kurulmuş kamu kurumu niteliğindeki mesleki bir kuruluştur. Birlikler odaların katılımıyla oluşturulur. Bir nevi genel merkez yönetimi gibi algılanabilir. Ör: Türk Tabipleri Birliği vb.
Meslek Odaları ve Meslek Birlikleri tanımlarından da anlaşılacağı üzere kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıdır. Yürürlükteki 1982 Anayasasında bu tanımlama şöyle yapılmaktadır.
Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları
 Madde 135 – Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzel kişilikleridir.”
Meslek Birlikleri ve Meslek Odaları Nasıl Kurulur?
Meslek Birlikleri ve Meslek Odaları kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları olmaları sebebiyle ancak o meslek birliği ile ilgili çıkarılacak kanunda belirtilen çerçeveye göre kurulabilmektedir. Kanun olmadıktan sonra ne meslek birliği ne de meslek odası kurulamaz. Yani bugün itibari ile bulunan meslek odaları ve birliklerinin kanunları bulunmaktadır ve buna göre faaliyetlerini sürdürmektedirler. Ör: 6023 Sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu vb.
Meslek Birlikleri ve Meslek Odaları Niçin Kurulur?
Meslek birlik ve odaları kısaca mesleğin onurunu, genel hak ve menfaatlerini ilgili merciler nezdinde savunmak, meslek ile ilgili her türlü mevzuatın yayımlanması ve meslek mensuplarının meslek kurallarını gereği gibi uygulamasını sağlamak için kurulmaktadır. Bunların yanında;

  • Meslek mensuplarının birbirleriyle, kamu ve diğer kişilerle çıkacak ihtilaflarını uzlaştırmak veya hakem usulüne başvurarak çözüme kavuşturmak,
  • Meslek mensuplarının daha yüksek bir mesleki kültür düzeyine ulaşabilmeleri için gerekli teşebbüslerde bulunmak,
  • Meslek mensuplarını bölgeleri içinde meslekleriyle ilgili sorunları üzerinde inceleme ve araştırma yapmaya teşvik ederek bunlardan çıkan sonuçları ilgili kurum ve kuruluşlara iletmek,
  • Mesleğini düzgün bir biçimde icra etmeyenler hakkında gerekli disiplin işlemlerini yapmak,
  • Meslek mensuplarının çağın gereklerine göre zaman içerisinde bilgilerinin yenilenmesi için eğitim faaliyetlerini gerçekleştirmek de birlik ve odaların görevlerindendir.
Meslek birlik ve odaları kamu kurumu niteliğindeki kuruluşlar olması sebebiyle o meslek ile ilgili her türlü kanuni mevzuatın hazırlanmasında, değişikliğinde ilk olarak muhatap kabul edilen kuruluşlardır. O mesleğe mensup olan kişileri ve o mesleğin icra alanındaki kişi ve kurumları ilgilendiren her şeyde birlik ve odanın görüşleri alınmaktadır.
Mesleğin icra alanı veya ilgili olduğu herhangi bir mevzu hakkındaki kanun metinlerinde, bunlara istinaden oluşturulan komisyonlarda veyahut da görüş bildirme zorunluluğu olan durumlarda resmi anlamda idarenin muhatap olduğu kuruluşlar odalar ve birliklerdir. Hepimiz biliriz ki Sağlık Bakanlığında oluşturulmuş bazı daimi komisyonlar vardır. Buralarda kanuni dayanağa istinaden Türk Tabipleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği vb. temsilcileri bulunmakta ve sağlık politikalarında tavsiye niteliğinde dahi olsa söz sahibi olmaktadırlar.
Şimdi burada asıl önemli olan mevzu bir çok değişik meslek grubunun meslek odası ve birliği varken bizlerin neden bir meslek birliği ve odasına sahip olamadığımızdır. Bugüne kadar ülkemizi yönetmiş bulunanlar hak ve özgürlükleri devamlı olarak konuşmalarına rağmen bizler için en önemli haklardan olan meslek birliği ve odaları ile ilgili kanunların çıkarılması konusunda bir aşama kaydedilememiştir.
59. Hükümet döneminde Sağlık Bakanlığı İnternet sitesinde yayımlanan “Sağlık Meslek Mensupları Birliği Kanun Tasarı Taslağı” böyle bir kanunu dört gözle bekleyen bizleri ziyadesi ile sevindirmişti. 2004 yılında gelişen dünya şartları, Avrupa Birliğine uyum sürecindeki çalışmalar, oda ve birlik kurmak isteyen ancak hukuki dayanakları olmayan biz ve bizim gibi sağlık meslek mensuplarının talepleri nedeniyle Sağlık Bakanlığınca hazırlanan bu kanun tasarı taslağı metnini incelediğimizde taslak olarak yazılanların aslında bizlerin beklediğinden az olduğunu görsek de yine de bir kanun tasarısı olması sebebiyle memnun olmuştuk. O metin konu ile ilgili meslek gruplarının ve kamuoyunun görüşüne sunulmuştu. Biz de Sağlık Memurları Derneği olarak taslak halinde belirtilen bu metnin kabul edilmesinin bile uygun olacağını deklare ettik. Bu tasarıya göre daha önceden yürürlükte olan Türk Tabipleri Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği ve Türk Eczacılar Birliği Kanunları yürürlükten kalkıyor ve bütün sağlık meslek mensupları bir kanun çerçevesinde haklara sahip oluyorlardı. Sağlık Bakanlığı internet sitesinde yayımlanan ve görüşe açılan bu kanun tasarı taslağı sebebini anlayamadığımız bir şekilde herhangi bir resmi açıklama olmadan birkaç ay sonra sessizce siteden kaldırıldı. Konu ile ilgili Sağlık Bakanlığına yazdığımız yazılara da herhangi bir cevap alamadık. En son geçen sene(2009) bu kanunun çıkarılması gerektiği ile ilgili bir yazı yazdık. Ama ne yazık ki bu yazımıza bile cevap verilmedi. 
Bu kanun tasarısı yasalaştığında sağlık sektöründe hizmet sunan meslek mensuplarının ayrı ayrı meslek odalarının kurulması söz konusu olabilecektir. Bu meslek dallarının her birinin ayrı ayrı mesleki dernekleri bulunmaktadır.  Mesleki derneklerin yaptıkları çalışmalar ve yapabilecekleri meslek oda ve birlikleri ile kıyaslanabilecek mahiyette değildir. Dernekler gönüllülük esasına göre tesis edilmeleri yüzünden maalesef odalar kadar etkinlikleri mevcut değildir. Bu kanun tasarısının tekrar gündeme alınması ve kanunlaşması neticesinde Sağlık Meslek Mensupları bir takım yasal kazanımlar da elde edeceklerdir.
Saygılarımla…

 
( Sağlıkta Haklar ve Sivil Toplum Kuruluşları Sempozyumunda bildiri olarak sunulmuştur.)

Gerçeklere Fransız Kalanlara!


Ermenilerin Yaktıkları Kars Şehri

 20. yüzyılın üzerinde en çok spekülasyon yapılan olayı Osmanlı Devleti’nin bazı bölgelerinde yaşayan Ermeni halkın, yine Osmanlı Devletinin sahip olduğu başka bir bölgeye tehcir edilmesidir. 1915’te Ermeni vatandaşlarına karşı yapılan bu zorunlu tehcir hareketini bir soykırım ya da etnik temizleme şeklinde ifade etmek, bu şekilde kabul etmek bile art niyet taşımaktadır.

Osmanlı Devleti tebaası olan Ermeniler yüzyıllarca Anadolu’daki Müslüman Türk halkıyla huzur ve güven içerisinde yaşamıştır. Öyle ki büyük çoğunluğu kendi dilini unutmuş, yalnızca Türk Dilini kullanmaya başlamışlardır. Amerika Birleşik Devletlerine göç etmiş olan ilk kuşak Ermenilerin kiliselerinde yapılan ayinlerin Türkçe olduğu ABD’li araştırmacıların yayınlarında belirtilmektedir. Osmanlı Devletinde üst düzey yönetici olmuş Ermeni sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Hatta Sultan’ın özel tabibi olan Ermeniler bulunmuştur. Dr.Bogos Sasyan, Dr.Manuel Sasyan, Dr.Sarkis Garabedyan bunlara örnek verilebilir.

Şehid Talat Paşa

         
1.Dünya Savaşına girerken Ermenilerin Çarlık Rusya’sı ile ittifak yapmaları, Çarlık Rusya Ordusunda Ermeni birliklerinin kurulması, Doğu Anadolu’da Ermeni Taşnak ve Hınçak Partilerine mensup Ermenilerin Müslüman Türk halkına karşı giriştiği katliam Osmanlı Devleti yöneticilerini tedbirler almaya sevk etmiştir. Talat Paşa bütün sorumluluğu üzerine alarak yalnızca Van, Bitlis, Erzurum yörelerinde yaşayan Ermenilerin güneye doğru tehcirini emretmiştir. Bu bölgeler dışındaki Ermeniler tehcire tabi tutulmamış, isyancı oldukları tespit edilenlerin yakınları tehcir edilmiştir. Tehcir yani zorunlu göç hareketinin sebebi sadece askeri bir zorunluluk olan meşru güvenliktir. 1915 yılı şartlarında her türlü önlem alınarak tehcir işlemi gerçekleştirilmiştir. Ne yazık ki tehcir esnasında Ermenilerden salgın hastalıklardan dolayı hayatını kaybedenler olduğu gibi eşkıya ve çete baskınları yüzünden de ölenler olmuştur. Osmanlı Devleti kayıtlarına göre toplam 438.000 Ermeni tehcire tabi tutulmuş, bunlardan 382.000’i tehcir bölgesi olan Osmanlı toprağı Suriye’ye ulaşmıştır. Bazı art niyetlilerin iddia ettiği gibi ülke dışına da sürgünü söz konusu değildir. Salgın hastalıklar yalnızca Ermenileri değil bütün halkı etkilemiş, o dönemde en az etkilenecek topluluk olan Osmanlı Devleti askerlerinden yaklaşık 400.000’i hiç savaşmadan salgın hastalıklar yüzünden hayatını kaybetmiştir.

Ermeniler, Çarlık Rusya’sının politikalarına alet olmuş, devlet kurmak vaatleriyle Birinci Dünya Savaşından 25-30 sene önceden başlayarak gizli bir şekilde Ruslar tarafından silahlandırılmışlardır. Osmanlı Devleti'nin 1914 Kasımında Almanya'nın yanında savaşa katılması, Ermenileri destekleyen Batılı Devletlerle Rusya'yı, yeni bir politikayı uygulamaya itmiştir. 30 Kasım 1914 tarihinde yayınladıkları bildiride, “Dünyanın dört yanından Ermenilerin Rus ordusu saflarına katıldığı, Rus bayrağının Çanakkale ve İstanbul boğazlarında dalgalanacağı, hristiyan inancından dolayı acı çekmiş olan Türkiye Ermeni halkının Rus koruması altında yeni ve özgür bir hayata kavuşacağı” vurgulanmıştır. Gerçekten de daha sonra Rus, İngiliz ve Fransız ordularında, Ermeni askerleri yer almıştır.

Şehid Enver Paşa
                                                                                                                                                    İstanbul'da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Askerî Ateşesi Joseph Pomiankowski de Ermenilerle Ruslar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır : "Talat ve Enver Paşa, hemen harp başlar başlamaz, Ermenilerin düşman tarafını tutmaları, bilhassa Osmanlı ordusuna karşı düşmanca girişimlerde bulunmaları halinde şiddetli karşı önlemler alınacağı hususunda kesinlikle uyardı. Buna rağmen Ermeniler, Türklere karşı düşmanca faaliyetlerde bulunmaktan, bilhassa Türk silahlı kuvvetlerine saldırmaktan geri kalmadılar. Başlangıçta çok sayıda Ermeni asker, bazı Ermeni subayları, başlarında bir Ermeni milletvekili olduğu halde kaçıp Rusya'ya gittiler. Bunlar, Rus hududunu geçen Ermenilerle birlikte Ermeni gönüllü alaylarına katıldılar. Rusların safında Türk hududunu geçerek Müslüman halka barbarca saldırılarda bulundular. Ermeni haydut çeteleri Osmanlı ordusunun gerisine, ikmal kuvvetlerine, postalara ve bağımsız birliklere hücum ettiler. Türk hükûmeti ve ordusunun ileri gelenleri, Ermenilerin genel bir ayaklanmaya girişecekleri hususunda endişe etmekte haksız değildi. Gerçekten de bu isyan Nisan 1915'te Van'da patlak verdi.”

İstanbul’daki Alman Büyükelçi vekili Neurath da 26 Haziran 1915 tarihli raporunda “Türk hükümeti, Doğu Anadolu’daki Ermeni halkını, yoğun olduğu eyaletlerde ihtilâl çıkarmalarını engellemek için askerî sebeplerden dolayı sürgün etmiştir” Ermenilerin o zamana kadar yürüttükleri faaliyetler ve kendi ülkelerine karşı olan dış güçlerle işbirliği yapmaları, tehcir kararını zorunlu hale getirmiştir. Bunlara rağmen daha tehcir kararı alınır alınmaz Osmanlı Devleti ile savaş halinde bulunan İtilâf Devletleri bir deklarasyon yayınlayarak Osmanlı Devleti’ni suçlu ilân etmişlerdir. ABD Başkanı Wilson'un, Amerika'nın savaşa katılımını meşrulaştıracak ve bunun için kamuoyu oluşturacak bir takım olayların bulunması yolundaki talimatı doğrultusunda, o sırada Osmanlı nezdinde büyükelçi olan Henry Morgenthau Ermeni tehciri meselesini ele almıştır. Morgenthau, ezilmekte ve yok edilmekte olan mazlum bir hristiyan millet olarak değerlendirdiği Ermenilerle ilgili gelişmeleri ve Ermenilerin zorunlu göçü sırasında meydana gelen bazı ölüm olaylarını, çok başarılı bir katliam propagandasına dönüştürmüştür.


Şehid Cemal Paşa

1.Dünya Savaşının sona ermesinden sonra Ermenilerin geri dönmelerine müsaade edilmiştir. Ermeniler Rusya ve İngiltere’nin menfaatleri için kullanılmıştır. Daha sonra bu devletler arasına Fransa da katılmıştır. Bu devletlerin menfaatlerinin gerçekleştirilmesi doğrultusunda maşa olarak kullanılmışlardır.

Osmanlı Devleti’nin 1915’de meşru güvenlik önlemi olarak bazı bölgelerde yaşayan Ermenileri bir süreliğine tehcir etmesi en tabii hakkıdır. Muhakkak ki bu esnada yanlışlıklar da olmuştur. 1.Dünya Savaşı sırasındaki tehcir esnasında görevlerini tam olarak yerine getirmeyen, Ermenilere karşı suç işleyen 1673 kişi tutuklanmış, Askeri Mahkemelerde yargılanmış, bunlardan 67’si idam cezasına çarptırılmış, 524 kişi de çeşitli cezalara çarptırılmıştır. İdam edilenler içerisinde üst düzey yönetici kişiler de bulunmaktadır.

Osmanlı Ermenileri hiçbir zaman felakete, soykırıma, katliama maruz kalmamıştır. 1915 yılındaki zorunlu tehciri soykırım olarak nitelenmesi Türkiye Cumhuriyetinin Uluslar arası alandaki menfaatlerine aykırıdır. Bugün devletimizin gayretleriyle bütün dünyada Osmanlı Ermenilerine uygulanan tehcirin sebebinin ne olduğu, hangi şartlarda yapıldığı ve diasporanın propagandasında belirttiği gibi bir soykırım olmadığı dünya kamuoyunca anlaşılmıştır.

Buna rağmen bugün Fransa Meclisi, “Ermeni Soykırımı” nın yapılmadığını söyleyenlere karşı cezai müeyyide uygulanmasını sağlayacak yasa teklifini onaylamakla siyasal ve kültürel bağnazlığının, bir ülkeyi ne hâllere düşürebildiğinin tipik bir örneğini sergilemiştir. Bu Fransız Kanununun 577 üyesi bulunan bir Meclis’te sadece 37 milletvekilinin oylarıyla geçmesi, bu kararın Fransız halkına yüklediği tarihî sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Fransa’nın fikir ve düşünce özgürlüğü ilkesinin doğup, dünyaya yayıldığı merkez olduğunu, 1789’dan bu yana sürekli tekrarlayıp itibar kazanmaya çalışanların, aslında hastalıklı bir toplumsal yapının, zihin çarpıklığının sahibi oldukları böylelikle görülmüş oldu.

Türk Devlet Felsefesi yüzyıllar boyunca güçsüzü ezmeyi, zulüm ve soykırım yapmayı reddetmiştir. İ’lây-ı Kelimetullah uğruna dünyaya fetihlerle nizam veren atalarımız insanlığa kan ve gözyaşı değil sevgi ve barışı hediye etmişlerdir. Siyasi mülahazalarla Parlamentolarında kabul ettikleri "Ermeni Soykırım Yasaları" ile şanlı Türk tarihine kara çalmaya çalışan, gerçeklere Fransız kalan başta Fransa Devleti olmak üzere sözde “Ermeni Soykırımı” ile ilgili meclislerinde kanunlar çıkaran hak ve adalet duygusundan yoksun yağmacı-emperyalist ülkelerin tarih kitaplarında hangi hislerle hatırlanacağı aşikârdır…




Iğdır Soykırım Anıtı-Bu Anıt Ermenilerce Katledilen TÜRKLER için yapılmıştır.
 


550 Sene Öncesini Hatırla(t)mak…

        
       İnsanlar bazı konuları merak edip araştırırken veya herhangi bir metin okurken karşılaştıkları herhangi bir tabir veya niteleme sebebiyle kendilerini birden başka yerlerde başka düşüncelerde bulabilirler. Bu zaman zaman herkesin başına gelebilmektedir. Eskiden böyle bir tabirle karşılaştığımızda hemen ansiklopedilere veya ilgili olduğu alanın kaynak kitaplarına başvururduk. Bu tarz bir durumla akşamın ilerlemiş saatlerinde karşılaşırsanız veya yakınınızda herhangi bir kaynak yok ise sabahı etmek bile zor olurdu. Günümüzde bu tarz durumlar daha rahat çözümlenebiliyor. İyi ki internet var diyebiliyoruz ama onun da ölçüsü sağlam ve güvenilir bir internet sitesine ulaşabilmek tabii ki.
       Herkesin olduğu gibi benim de başımdan buna benzer vakalar geçerdi. Tarihe ve özellikle Türk Tarihine olan ilgimden dolayı lise yıllarımda olmasına rağmen hâlâ unutmadığım böyle bir hatıram vardır. Fatih Sultan Mehmet’in dönemi ile ilgili bir kitap okurken bir yerde Fatih’in bir fermanından alıntı yapılmıştı. Bu alıntıda hatırımda kaldığı kadarıyla Fatih’in bir imarethane yaptırdığı ve şehitlerin aileleri ile fakirlere burada yemek dağıtıldığından bahsediyordu. Buraya kadar her şey normaldi. Çünkü bir devletin sultanı bunu kolaylıkla yaptırabilirdi. Ama bu yemeklerin dağıtılmasıyla ilgili ifadeyi görünce beynimden vurulmuştum. Muhteşem bir bakış açısı vardı. İhtiyaç sahipleri yemek yemeye ve almaya kendileri gelmeyecek yemekler havanın aydınlık olmadığı vakitlerde bu kişilerin evlerine kapalı kaplarla götürülecek ve o kaplar yine hava aydınlanmadan kimse kimseyi görmeden evlerinden alınacaktı. İnsana verilen değerin ve gösterilen saygının büyüklüğünü bir düşünün. Kimseyi eleştirmek gibi bir gayem yok lâkin üzerinde bilmem nerenin yardım aracı yazılıp güpegündüz herkesin göreceği biçimde insanların gurur ve haysiyetini zedeleyerek yardımı bir gösteriye çevirenleri görünce aklıma hep bu ferman gelir. Tabii ki insanların yardımlarına aracılık etmek çok güzel ama bence kimseler bilmeden, kimseler görmeden, kimselere görünmeden yapmak en güzeli. Neyse konumuza yeniden dönelim. Okuduğum o kitapta bu fermanla ilgili birkaç kısa örnek de verilmiş ama fermanın tamamı ne yazık ki verilmemişti. İşte biraz önce söylediğim mevzu da buydu. Fatih dönemi Osmanlı Tarihini sebep sonuç ilişkisi içerisinde anlamaya çalışırken böyle bir ayrıntıya rastlamak benim merakımı birden bu fermana çekmişti. İçimden “Acaba daha başka ne tavsiyeleri vardır ki?” sorusu geçiyor ve bu fermanın tamamını nasıl bulurum diye yollar düşünüyordum. Ders kitaplarında böyle bir ayrıntı yoktu. Yaklaşık on beş yirmi gün süren bir araştırmadan sonra bu fermanı bulabildim. Bulduğum metin çok uzun bir metin değildi. Üzerinde “Fatih Sultan Mehmet’in Tababet’le İlgili Vasiyetnamesi” yazıyordu ama asıl Osmanlıca yazılan metin nasıldı bilmiyorum. Tamamını okuduğumda ise daha da çok etkilenmiş olduğumu burada ifade etmem yerinde olur.  Kısa bir metin olmasına rağmen muhteşem bir bakış açısı vardı. Burada;
            Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldıran Cihan Padişahı kendisinin de aciz bir kul olduğunu belirterek kendi kazandığı akçeleriyle satın aldığı dükkânları belirlediği hususlar çerçevesinde vakfediyordu. Sokaklara tükürenlerin tükürüklerinden dolayı başkaları zarar görmesin diye tükürükleri kireç tozuyla örtecek kişiler tayin ettiğinden, her ayın belli günlerinde kapı kapı dolaşıp evlerdeki hastalara bakıp mümkünse iyileştirmek, değilse acizler evine götürüp tedavi etmek için tayin ettiği tabip ve yara sarıcılardan, yukarıda bahsettiğim imarethanede yemeklerin nasıl dağıtılacağından, hatta kıtlık olduğu zaman bile av hayvanlarının yavruda veya yumurtada olmadığı zamanlarda avlanmaları gerektiğini ayrıntılı olarak belirtmiştir.
            Fatih Sultan Mehmet’in bu vasiyetnamesi bence insana ve topluma verdiği kıymet ile  toplum ve çevre sağlığının korunmasına verdiği önemi ifade eder. Fatih’in bu bakış açısının temelinde bugün batıda değişik adlarla ifade edilen bir takım kuramlar değil, Allah(c.c.) kelâmı Kuran-ı Kerim ve iki cihan serveri peygamberim Hz.Muhammed Mustafa(S.A.V.) vardır. Bunu unutmamak, sözü de gereksiz yere çok uzatmamak gerekir. Yirmi küsur yıl önce bulamadığım metni biraz önce arama motoruyla 3-5 saniye içerisinde bulabildim. Yazının altına da ekliyorum. Daha önceden biliyorsanız bir kere daha okumanızı, şayet bilmiyorsanız da muhakkak okumanızı tavsiye ederim.
            Selam ve saygılarımla…
                                                                                                              
Fatih Sultan Mehmet'in Tababet ile ilgili Vasiyetnamesi(*)
 Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz Fatih Sultan Mehmet, bizzâtihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul'un Taşlık mevkinde kâin ve malûmu'l-hudut olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki:
Bu gayri menkulâtımdan elde olunacak nemalarla İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim.
Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezerler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükrükleri üzerine bu tozu dökerler ki yevmiye 20'şer akçe alsınlar; ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.
Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar bilâistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası, ya da mümkün ise şifayab olalar. Değilse kendilerinden hiç bir karşılık beklemeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salâh bulduralar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vâki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silâh, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-i vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde bina ve inşe eylediğim imarethanede şehit ve şühedânın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizzâtihi kendûleri gelmeyûp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.

abd-i aciz                    : Aciz kul
kâin                             : Bulunan
malûmu'l-hudut          : Hudutları belli olan
bilâistisna                   : İstisnasız
salâh                           : İyileşmek düzelmek
balkanlara                   : Ormanlara dağlara
şifayab                        : Şifa bulan
zinhar                          : Sakın
şühedânın harimleri    : Şehitlerin aileleri
medine-i İstanbul       : İstanbul şehri

(*)http://tr.wikisource.org/wiki/Fatih_Sultan_Mehmet%27in_tababet_ile_ilglili_vasiyetnamesi

Toplum için ÇEVRE SAĞLIĞI REHBERİ

Toplum Sağlığı Araştırma ve Geliştirme Merkezi Başkanı Sn.Prof.Dr.Nazmi ZENGİN’i geçen sene bu zamanlarda Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesindeki odasında ziyaret etmiştim. Bu ziyaretimin sebebi ne kendi sağlık durumum ne de herhangi bir yakınımın veya arkadaşımın sağlık durumu ile ilgili değildi. Benim de üyesi olmaktan gurur duyduğum derneğimizle ilgili görüşmelerimizden birini yapıyorduk. İnsanların sağlık kalitesini yükseltebilme ile ilgili ne yapmalıyız, neler yapmamız gerekir kaygısı ekseninde yaptığımız bir görüşmeydi. Bu görüşme esnasında Nazmi Hocam masasının üzerindeki bir dosyayı alarak oturduğu koltuktan kalktı ve benim oturduğum misafir koltuğunun karşısına oturdu. Elindeki dosyayı sehpanın üzerine koyup kapağını açtığında ise içindeki evrak dikkatimi çekmişti. Her zamanki gibi tebessüm ederek dosyanın içerisindeki evrakı bana doğru uzatırken konuşmasına da devam ediyordu. Nazmi Hocam anlatırken ben çoktan evrakı karıştırmaya başlamıştım. Kâğıtların üzerinde yazılanları okudukça merakım gitgide artıyordu. Mükemmel resimler vardı ve üzerindeki İngilizce terimlerin yanında Türkçe karşılıkları da yazıyordu. Asıl bu resimlerle ilgili metin başlıklarını ve bazı metinleri okuduğumda ise hem beğenmiş hem de hayretler içerisinde kalmıştım. Bu sırada Nazmi Hocam da çalışmasının son aşamalarına geldiğini önümüzdeki yıl(2011) bu çeviri eserin yayımlanabileceğini söylemişti. Toplum Sağlığı ile ilgili böylesine muhteşem bir kitabın çevirisinin sona yaklaşmakta olduğunu görmek dahası büyük bir kısmını da inceleyebilme imkânına sahip olmak beni oldukça heyecanlandırmıştı. Şimdi öğrendim ki bu kitap yayımlanmış. Öylesine önemli bilgiler içeren bu kitap hakkında siz değerli okuyucuları bilgilendirmek için bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Toplum Sağlığı Araştırma ve Geliştirme Merkezi Başkanı Prof.Dr.Nazmi ZENGİN tarafından Türkçe'ye çevrilerek "Toplum İçin ÇEVRE SAĞLIĞI REHBERİ" adıyla yayınlanan bu kitap merkezi Amerika Birleşik Devletlerinde bulunan Hesperian Vakfı'nca "A Community Guide to Environmental Health" adıyla hazırlanmıştır. Kitap yirmi beş bölümden oluşturulmuş ki hepsi de birbirinden önemli alt başlıklara da sahip. Örnek olarak üç beş bölüm adı yazmak düşüncesindeydim lakin birbirlerinden ayırt edilemeyecek önemde olduklarını düşündüğümden hepsini buraya yazıyorum. Bu güzel eser;

Çevre Sağlığını Geliştirmek,
Toplum Sağlığını Anlama ve Harekete Geçirme,
Doğal Kaynakları Korumak,
Çevre Hakları ve Adalet,
Güvenli Olmayan Suya Bağlı Sağlık Sorunları,
Toplumun Suyunu Korumak, Tuvaletler,
Sivrisineklerden Kaynaklanan Sağlık Sorunları,
Su Havzalarını Korumak,
Ormanlar,
Toprağın Islahı ve Ağaç Dikme,
Toplum Gıda Güvenliği,
Genetiği Değiştirilmiş Gıdaların Sahte Vaadleri,
Pestisidler Zehirlidir,
Sürdürülebilir Tarım,
Zehirli Kimyasallardan Kaynaklanan Zarar,
Sağlıklı Bir Ev,
Katı Atık: Bir Sağlık Riskini Kaynağa Dönüştürmek,
Tıbbi Atıklar,
Zehirli Maddelere Bağlı Zararı Önleme ve Azaltma,
Madencilik ve Sağlık,
Petrol,
Hastalık ve İnsan Hakları,
Temiz Enerji,
Güvenlik ve Acil Durumlar,
Çevre Hakları Mücadelesinde Kanunları Kullanmak, bölümlerinden oluşuyor.

Kitap ile ilgili geniş bilgi içeren Toplum Sağlığı Araştırma ve Geliştirme Merkezinin internet sitesinin adresini aşağıya ekleyeceğim. Orada kitaptaki bütün yazıların başlıklarını da görebilirsiniz. İnanıyorum ki merakınızı uyandıracak birçok başlıkla karşılaşacaksınız.

Kitabı temin etmek isteyenler 0332 3530300 nolu telefonu arayarak veya ankaramedyator@gmail.com elektronik posta adresine e-posta göndererek geniş bilgi alabilirler.

Böylesine değerli bir eseri insanlarımızın faydalanabilmesi için dilimize çeviren Sayın Prof.Dr.Nazmi ZENGİN’e ve kitabın yayımlanması ile ilgili işlemleri yürüten Selçuklu Belediyesine şükranlarımı sunarım.

Selamlar…

Bülent KESKİN

 
Kitapla ilgili geniş bilgi için lütfen ziyaret ediniz.

Güvenli Su

Değerli Okuyucular;

Hepimiz biliriz ki insan vücudunun dörtte üçüne yakın bir oranı sudur. Beynimizdeki su oranı ise vücudumuza göre bir miktar daha fazladır. İnsan vücudu açlığa ve susuzluğa karşı dayanma nispeti açısından karşılaştırılırsa uzun süre açlığa dayanabilmesine rağmen susuzluğa en fazla bir hafta kadar dayanabildiği sonucuna ulaşılmıştır.

Dünya’nın dörtte üçü sularla çevrili olmasına rağmen insanların kullanacağı tatlı su kaynaklarının çok az olduğu görülmektedir. Tatlı su kaynaklarının dünyadaki toplam su kaynakları içerisindeki payı % 1,5 civarındadır. Dünya nüfusunun artması, tatlı su kaynaklarının coğrafi dağılımının dengeli olmaması, bunlara rağmen bu kaynakların kirletilmemesi için çok fazla gayret gösterilmediği de birlikte değerlendirildiğinde çok manidar sonuçlara ulaşılabilmektedir.

Başlıkta belirttiğim güvenli su kavramı ise insani tüketim amaçlı suların bir takım parametrelere uygun olduğunu belirtmek amacıyla kullandığım bir kavram. Değişik dillerde farklı kelimelerle izah edilse de sonuçta aynı anlamı içeren uluslararası bir yaklaşım demek de belki daha doğru olabilir. Güvenli su denildiğinde aklımıza değişik şeyler gelse de bunun izahı kısaca mikrobiyolojik ve kimyasal olarak belirlenmiş parametre değerlerine uygun olmak şeklinde ifade edilebilir. Bu değerleri burada yazmak istemiyorum çünkü hem fazla yer kaplayacak hem de teknik bilgiler olması sebebiyle konuyla ilgili olmayanlara sıkıcı gelebilecektir. Ama merak edenler için belirtmemde fayda var. Bu parametreleri “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik”ten ayrıntılı olarak öğrenebilirsiniz.

Ülkemizde güvenli su ile ilgili karıştırılan bazı durumlara fazlasıyla rastlanmaktadır. Bunlardan birkaçını içme suyunun tatlı olması, sertliğinin az olması, kaynağından alınması şeklinde sayabiliriz. Bir suyun tatlı, sertliğinin az veya kaynağından alınmış olması güvenli olduğu anlamına gelmez. İçimi güzel, tatlı ve hatta kaynağından alınan bir doğal suyun mikrobiyolojik ve kimyasal olarak incelenmesi suretiyle güvenli veya içilebilir olduğu kararı verilebilir. Görünüşte tamamıyla normal gibi görünen bu su incelendiğinde içerisinde insan sağlığına zarar verecek bir takım mikroorganizmaları fazlasıyla içerebildiğini, kimyasal maddelerin bazılarının olması gerekenden çok fazla olduğu görülebilmektedir. Mesela Arsenik suyun tadını hiç etkilemese de insan sağlığını çok olumsuz bir biçimde etkileyen ve yüksek oranda maruz kalma söz konusu olduğunda kanserojen etkisi olduğu bilinen bir maddedir.

İçme ve kullanma sularının güvenli olmasının sağlanması için bir takım metotlar kullanılmaktadır. Kullanılan bu metotlar halk sağlığının korunması için olsa da halkımızın bir kısmının olumsuz bakış açısı söz konusu olmaktadır. Suların klorlanması sulara bulaşmış bir takım mikroorganizmaları ortadan kaldırmak için dünyanın birçok yerinde kullanılan metotlardan birisidir. Uygun oranda klorlanmış olan su hiç klorlanmamış suya oranla daha güvenli olarak nitelendirilmektedir. Suyun arıtılması için değişik filtre işlemlerinden geçirilmesi ile kimyasal maddeler de sudan uzaklaştırılmaktadır.

Ülkemizde içme ve kullanma sularının temini mahalli idareler tarafından sağlanmaktadır. İl, İlçe ve Beldeler kendi kaynakları ile köylerde ise İl Özel İdaresi tarafından bu hizmetler yürütülmektedir. Vatandaşlarımızın içme ve kullanma sularının güvenli olup olmadığının denetlenmesi ve kontrolü ise Sağlık Bakanlığının sorumluluğunda olup taşra teşkilatı tarafından mevzuata göre yapılmaktadır. Sağlık Bakanlığının bu konudaki duyarlılığı o derece yüksek ki bütün İl Sağlık Müdürlüğü İnternet sitelerinde o ile ait su şebekelerine ait kontrol, denetleme ve bakiye klor izleme çizelgelerini herkes görebilmektedir. Vatandaşlar bu suretle içtikleri suların “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik”te belirtilen parametrelere uygun olup olmadığını da görebilmektedirler.

Şimdi farklı bir bilgiye ulaşmak için bulunduğunuz İl Sağlık Müdürlüğünün internet sitesini ziyaret edip içtiğiniz suların uygunluklarına bir göz atın bakalım.

Selam ve saygılarımla…

Bülent KESKİN

Annem ve Kanser…


Değerli Okuyucular,

Bu satırları annesi 11 gün önce vefat eden birisi olarak yazıyorum. 12 gün önce bir kimse yanıma gelip “Annen yarın dünyasını değiştirecek ve sen 11 gün sonra onunla ilgili bir yazı yazacaksın” dese ne düşünürdüm bilmiyorum. Ümit ederim ki yazacaklarımı okurken sıkılmazsınız.

2007 yılının Temmuz ayının başlarıydı. Rahmetli annem bağırsaklarının bozulduğunu söylemiş, ben de havaların ısınması sebebiyle bu tür rahatsızlıkların arttığını düşünerek ve bir tabip arkadaşımın önerisi ile bir haftalık ilaç tedavisine başlamıştık. Sonrasında annemin tam olarak iyileşmemesi sebebiyle aile dostumuz olan Genel Cerrahi Uzmanı ağabeyimize birlikte muayeneye gitmiştik. Ardından yapılan tetkikler, biyopsiler, tomografiler derken aklımın ucuna getirmek bile istemediğim kanser hastalığına annemin de yakalanmış olduğunu öğrendiğimde önce çok şaşırmış, birden fazla organa yayılmış olduğunu duyduğumda ise başıma dağlar düşmüştü sanki. Acilen ameliyat olması gerektiği ve dahası Konya’da bu ameliyatın gerçekleştirilemeyecek olması yüzünden aile dostumuz genel cerrahi uzmanı ağabeyimizin ve bu konuda uzman olan arkadaşının önerileri ile Ankara’ya gittik. Annem orada ilk ameliyatını oldu. Sonrasında uygulanan kemoterapi ile karaciğerindeki tümörlerde küçülme oldu. Sonraki yıllarda iki kere daha karaciğerindeki tümörler çıkarıldı. Sayısını bilmediğimiz kadar kemoterapi uygulandı. Anneme ilk başta rahatsızlığı konusunda bilgi vermek istemiştik ama o eski bir sağlık çalışanı olduğu için her şeyi çoktan anlamış ve teşhisini koymuştu bile. İlk ameliyatından sonraki kısa bir süre dışında hep metanetini korudu. Doktorların tavsiyelerine göre davranmaya özen gösterdi. Onun hastalığa karşı savaşındaki gayreti tedavisini yapan doktorları bile şaşırtmıştı. Onunla aynı şekilde hasta olanların 5-6 ay kadar yaşadıkları halde annemin 3 yıldan fazla olan mücadelesi kimileri tarafından örnek olarak bile gösterilmeye başlanmıştı. Annemin tedavi sürecindeki temel düşüncemiz her türlü derdi, hastalığı veren Yüce Allah’ın bütün dertlere ve hastalıklara da şifa verdiği, bu yüzden de şifa için gayret göstermek gerektiğiydi. Annemin şifası ise ilaçlarla oluyordu ve biz de hem doktorlara hem de ilaçlara ulaşabiliyorduk elhamdülillah. Aynı zamanda moralini de hep en üst seviyede tutmaya çalıştık ailemizin bütün fertleriyle birlikte. Annem son iki yıldır dönemler halinde kemoterapi almakta, üçer aylık periyotlarda da kontrolleri yapılmaktaydı. Her şeyin iyiye gittiğini düşündüğüm bir zamanda annemin karaciğeri ile ilgili bazı tetkiklerinin normalden çok farklı çıkması ve sonrasında çekilen MR ile de annemin ellerimizi bırakıp gitmekte olduğunu fark ettiğimde ise o ilk teşhis günü hissettiklerimin aynısını hissettim. Tek bir yol vardı o da ameliyat olmasıydı. Ameliyat oldu ama 5 günlük bir yoğun bakım sürecinden sonra benim güzel annem dünyasını değiştirdi. Bu duruma çok üzüldüm ama sonra hatırladım ki doğan herkes vakti geldiğinde dünyasını değiştirecek. Bakara Sûresi 156. Ayette belirtildiği gibi; “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.”

Bir yakınınız kanser hastası ise size tavsiyem şudur. Öncelikle elinizdeki imkânlar çerçevesinde modern tıbbın uyguladığı metotlarla tedavi için gayret gösterin. İnsanların ümitlerini sömürenlerin doğruluğu bilimsel olarak ispat edilmemiş hiçbir tedavi yolunu denemeyin. Bilmem ne otu ile falanca iyileşmiş, filancanın hiçbir şeyi kalmamış gibi söylemlere itibar etmeyin. Hastalığın durumuna göre Tıbbi Onkoloji Uzmanının uyguladığı tedavi sürerken de doktorunuzun önerilerine harfiyen uyun. Hastanızın beslenmesine azami dikkat edin ki gıda olarak tüketilen bazı maddeler ilaçların etkisini azaltmasın. Doktorunuz bu konuda size bilgi verecektir. Burada önemli olan bir hususu da sakın ihmal etmeyin. Hem kendi moralinizi hem de hastanızın moralini en üst düzeye çıkarmaya gayret edin. Biz bu belirttiklerime göre davrandık ve Allah’ın izni ile başarılı da olduk. Ta ki takdiri ilahi oluncaya kadar. Bu arada şunu da unutmayın hastanıza karşı kesinlikle yapmacık davranmayın, hastanız bunu kolaylıkla anlayabilecek ve bu yüzden de üzülecektir.

Annenizin ve sevdiklerinizin kıymetini onları kaybetmeden bilmek çok önemli. Ben annemin kıymetini her daim bildiğimi düşünüyorum. İnşallah yanılmıyorumdur. Hasta olmadan ve hastalandıktan sonra da her gün onu ziyaret ederdim. En az 15-20 dakika kadar yanında durur, konuşur, gönlünü hoş eder, hatırını sorardım. Benim bu şekilde ziyaret etmemden memnun olduğunu gözlerinden anlardım. Uğrayamazsam telefon eder birkaç dakika konuşurdum. Şimdi eve uğrasam salondaki koltukta oturup pencereden dışarıyı seyrettiğini, telefon etsem onun telefonu açacağını sanıyorum ama bunların olmayacağını da biliyorum. Ne garip şey değil mi? Allah mekânını cennet eylesin…

Umarım yazdıklarımdan dolayı sıkılmamışsınızdır. Dünyasını değiştiren Annemin cenazesine katılan, evimize gelen, telefonla arayan ve başka yollarla taziyelerini bildiren dost, arkadaş, akraba ve tanıdıklarıma buradan şükranlarımı sunarım. Allah hepsinden razı olsun. Anne ve babası sağ olanlara hayırlı ve sağlıklı ömür, vefat etmiş olanlara da Allah’tan rahmet dilerim. İnşallah cennet mekânları olur ve bizler de oralara gidebilirsek oralarda buluşuruz. Peygamber Efendimiz başta olmak üzere dünyasını değiştiren bütün Müslümanlar için bir Fatiha okuyup göndermenizi isterken Cahit Sıtkı TARANCI’nın meşhur şiirinin son satırları ile bugünkü yazımı da nihayetlendirmek istiyorum.

“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”

Selam ve saygılarımla… (21.06.2011)

Kadınlar hakkında kısacık hatırlatma…


Değerli Okuyucular;

Bugün nereden aklıma geldiyse böyle bir şeyler yazmak geçti içimden. İlginizi çeker mi bilmem ama başlarken belirtmem de fayda var, bence kadınlar dünyanın mihenk taşıdır. Şimdi geçmişe doğru giderek bu yazımıza başlamış olalım.

Hepimiz biliriz ki Allah(c.c.) ilk insan Hz.Adem’i yarattıktan sonra Hz.Havva’yı ona eş olarak yaratmıştır. Bu yüzden insanların soyu Hz.Adem ve Hz.Havva’ya dayanmaktadır. Kadınlar ve erkekler insanlık tarihi boyunca birbirlerine eş olsalar da kadınlar yaradılışları gereği erkeklere kıyasla daha güçsüz ve narin olmalarından dolayı bazı dönemlerde en kötü muamelelere tabi tutulmuşlardır. Alınıp satılabilen bir meta olarak görüldükleri, yalnızca köle olarak bir takım işleri yapmak zorunda bırakılarak hayatlarını sürdürebilmelerine imkan tanındıkları zamanlar az değildir. Bugünkü tarih bilgimize göre Eski Roma ve diğer topluluklarda, Cahiliye dönemindeki Arap Yarımadasında hürriyeti yanında yaşama hakkı bile olmayan varlıklar olarak da görülmüşlerdir. Düşünün ki kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi ne büyük bir vahşettir. Peygamber Efendimizin nübüvvetinden sonra ise Arap Yarımadasında ve İslamiyeti kabul eden topluluklarda kadınlar olması gereken saygınlığına ulaşmışlardır. İnanç hürriyetinin bile olmadığı bir topluluktan Hz.Rabia-tül Adeviyye gibi hanım veliler, evliyalar olan bir zamana geçilmiştir.

Birçok millet kadınlara hak ettiği saygıyı göstermese de Türkler açısından tarih boyunca durum biraz farklı olmuştur. Belki de dünyada kadınlara en fazla saygıyı ve değeri gösteren millet Türkler olmuştur. Bu saygı destanlarda, dilden dile anlatıla gelen hikayeler de bile bulunmaktadır. Kadınlara mümkün olduğunca her türlü eğitim verilmeye çalışılmış hatta aynı çağlarda yaşayan diğer topluluklardan farklı olarak ata binmek, ok atmak, kılıç kullanmak gibi genelde erkeklerin yapabildikleri bir takım şeyler bile öğretilmiştir. Kitab-ı Dede Korkut’u okuyanlar Bamsı Beyrek ile Banuçiçek hikayesini hatırlarlarsa burada saydıklarımı daha iyi anlayacaklardır. Tabii ki burada verdiğim örnekler iyi olanlardır, muhakkak ki kişi nispetinde zulüm görenler de olmuş ve belki de hâlâ olmaktadır.

Kadınların önemi aslında insan hayatının her safhasında gizlidir. İnsanların bir anne ve babası olsa da hamilelik döneminden itibaren en fazla meşakkat çeken anneler yani kadınlardır. Çocuklar dünyaya geldikten sonra onları besleyen, büyüten varlıklar da annelerdir. Erkeklerin birtakım vazifeleri olsa da çocuklar üzerinde en fazla gayret ve ihtimam annelere aittir. Tabii ki bazı istisnai haller olabilirse de genel geçer kaide budur. Çocukları bir hamur gibi eğiten ve birçok şeyi öğretenler yine kadınlardır. İnsan hayatında kadın o kadar önemlidir ki mümkün olabildiğince en üst seviyede eğitim ve öğretime tabi tutulması bence en büyük yükümlülüktür. Şöyle bir düşünün annelerimiz, ablalarımız, kız kardeşlerimiz, kızlarımız, âşık olduklarımız, bizlere âşık olanlar hep kadınlardır. İnsanların geçmişini şekillendiren, geleceğinin de biçimlenmesindeki en önemli etken olan kadınların her manada yükselmesi ve ilerlemesi insanlığın da mutlak olarak ilerlemesi anlamına gelir. Kadınları alçaltmak ise bir milletin maruz kalabileceği en kötü durumdur. Dünya üzerinde beşeriyetin en düşük olduğu bölgeler kadınların cahil bırakıldığı, meta olarak görüldüğü, ahlâk ve namus kavramlarının olmadığı yerlerdir. Kadınları ahlâk yoksunu haline getirmek veya basit bir takım olgular içerisine hapsetmek onları ve dolayısıyla da beşeriyeti alçaltan bir başka önemli durumdur.

Mihenk taşlarınıza gerekli ehemmiyeti vermeniz dileklerimle...

Sağlıklı Olmak, Hasta Olmak, Engelli Olmak…

Sağlıklı olmak nedir?

İnsanların büyük bir çoğunluğu bu soruya muhatap olduğunda genelde herhangi bir hastalığın olmaması hali olduğunu düşünmektedirler. Temel olarak bu bakış açısı yadsınamaz, lâkin bu durumu biraz daha geniş olarak açıklamakta muhakkak ki fayda olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı tanımlarken insanların yalnızca bir hastalığının olmamasından ziyade aynı zamanda ruhen, bedenen ve sosyal yönden iyi olma hali şeklinde ifade etmektedir. Bu çerçevede biraz daha anlaşılır hale getirmek istersek; duygu yapısı ve zihin aktiviteleri normal, fiziki bir engeli ile ruhi açıdan herhangi bir anormal hâli olmama durumu olarak da belirtilebilir.

Hasta olmak…

Bu kavram kısaca sağlıklı olma halinin yitirilmesi olarak tanımlanabilir. İnsan her şeye dikkat etse dahi kontrol edemediği sebeplerden dolayı her an hastalanma riski ile karşı karşıyadır. Siz ne kadar özen gösterirseniz gösterin bazı şeyler olabilir. Mesela genetik olarak sahip olduğunuz bir gen sebebiyle belli bir hastalığa yatkınlığınız olabilir; belli bir yaş sınırına geldiğinizde o hastalık ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda tedavi yollarını kulaktan dolma bilgilerle değil, sağlık kurum ve kuruluşlarında aramak gerekir.

Engelli olmak…

Doğuştan veya daha sonra herhangi bir sebepten dolayı bedeni bir takım yetkinliklerin olmaması, kaybedilmesi veya normalden daha az olması hali şeklinde özetlenebilir. Engel durumu vücudun tamamını veya herhangi bir bölümünü etkileyebilir. Ama bu durum hayatın sürdürülmesine kesinlikle engel olmayacağı gibi, Allah’ın insana verdiği ömür, içinde bulunulan her türlü şarta göre sürdürülmelidir.

Engelli kardeşlerimizin eğitim ve öğretimine daha çok özen göstermek, onların toplum içerisinde bulunmasını sağlamak çok önemlidir. Onların çok farklı yetenekleri bu suretle ortaya çıkabilir. Mesela görme engelli kardeşlerimizin zihinsel ve duyma aktiviteleri çok üst düzeyde olabilmektedir.

Sözün aslı…

Hayatımızı sürdürürken bedenimize ve ruhumuza yeterli düzeyde bakma yükümlülüğümüz bulunmaktadır. Vücudumuzun ihtiyacı olan besinleri yeterli miktarda yemeli, temizliğe mümkün olduğunca özen göstermeli ve ruhumuzu kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Yapılan araştırmalarda normal günlük hayatta ve hastane ortamlarında enfeksiyonları önlemenin en kolay ve ekonomik yolunun elleri yıkamak olduğu sonucuna varılmıştır. Bu basit işlem sağlığın korunmasında azami etkiye sahiptir. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, mümkün olduğunca az yemek ve yemeği çok sıcak yememek Peygamber Efendimizin sünnetlerinden olup aslında sağlığın korunması açısından verdiği evrensel mesajlarından birkaç tanesidir.

İnsanlar hayatlarını sürdürürken öncelikle hasta olmamak için gayret göstermelidirler. Gösterdikleri gayretlere rağmen hastalanırlarsa “Şifa Allah’tan” diyerek tedavi yollarını aramalıdırlar. Modern tıp gün geçtikçe ilerlemekte, çaresi olmadığı sanılan hastalıklar değişik yöntemler kullanılmak suretiyle tedavi edilebilmektedir.

İnsanların hastalanma konusunda belki de en büyük yanılgısı “Bana bir şey olmaz, ben hastalanmam” şeklindeki kuruntularıdır. Herkes hastalanabilir, önemli olan bu hastalıklar çok fazla ilerlemeden teşhis ve tedavisinin uygun yerlerde yapılmasıdır. Hastalanmam demek yerine “Ben de hastalanırım.” demek belki de insan olmayı anlamaktır.

Sağlıklı olmak, hasta olmak ve engelli olmak insanların hayatlarının tamamında veya dönem dönem karşılaşabilecekleri durumlardır. Meşhur bir sözümüz vardır “Düşmez kalkmaz bir Allah” diye. İnsanlar sağlıklı iken herhangi bir sebepten dolayı hastalanabilirler, tedavi ile iyileşebilirler, bedenlerinde ve ruhlarında bazı izler kalabilir, kazalar geçirebilir, vücutlarının bazı bölümlerini kaybedebilirler. İnsan olarak hepimiz her gün hastalanma ve engelli olma potansiyeline sahibiz. Her ne hâlde olursak olalım; ister sağlıklı, ister hasta, ister engelli olalım, sonuçta insan olduğumuzu, herkesin insan olarak yaşamaya hakkı olduğunu unutmayalım.

Allah kimseyi izansız bırakmasın…

Selam ve muhabbetlerimle…

Hasta Hakkı Nedir? Ne değildir?

Kıymetli okuyucular;

Başlığı okuduğunuzda Hakkı adında bir hasta olduğunu düşünmemişsinizdir umarım. Kadın hakları bahis konusu olduğunda “Kadın Hakkı” tabirini kullananlara “Hakkı erkek ismidir, Hakkı adında kadın olmaz.” diye şaka yapan bazı arkadaşlarımız olduğu için böyle başlamak istedim. Bu çerçevede konu ile ilgili aşağıda yazacaklarım tamamıyla bana ait düşünceler olup herhangi bir kişi, kurum, kuruluş vb. ile kesinlikle alakalı değildir.

Tabirden de açıkça belli olduğu üzere hastaların bir takım hakları vardır. Bu hakların başında ilk olarak insanca muamele görmek gelir. Herkesin söylediği bu insanca muamelenin karşılığı insanlar tarafından farklı olarak anlaşılsa da konumuz açısından bakıldığında ilk olarak bütün insanlara karşı davranışlarımızda özen göstereceğimiz güler yüzlü olma hali düşünülebilir. Kim hangi işi yaparsa yapsın, hangi unvanda olursa olsun bütün insanlara karşı güler yüzlü davranmalıdır. Tebessüm, bütün kapıları açan muhteşem bir anahtardır. Doktorlar, Sağlık Memurları, Ebeler, Hemşireler ve diğer unvanlardaki bütün sağlık çalışanlarının hastalar ve yakınları ile düzgün bir biçimde iletişime geçmeleri ise tebessümden sonra gelen hasta haklarındandır. Güzel konuşmak, hastayı ve yakınlarını iyi dinlemek, onların da verilecek tavsiyeleri veya tedavileri uygulamaları açısından ehemmiyetlidir. Hastaların insan haysiyetine yakışır biçimde muayene edilmeleri, düzenlenecek tedavilerinin uygun olması, tedavilerinin sağlık kurum ve kuruluşlarında uygulanması sırasında ise her türlü hassasiyete özen gösterilmesi aslında çok zor şeyler değildir. Dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan hatta yakın akrabalarımızdan maruz kaldıkları veya şahit oldukları onlarca durum dinlemişizdir. Kimileri kendilerini muayene etmeden, hatta kızıp, bağırarak ilaç yazanlardan, kimileri suratlarına bile bakmadan yalnızca “yat, kolunu aç, kalçanı aç” gibi emir cümleleri kullanarak iğne yapanlardan falan bahsederler ki bu örnekler daha da çoğaltılabilir ama kötü misallerin genel olarak ehemmiyeti yoktur. Bunun yanında insanlara samimi hislerle davranan sağlık çalışanları da vardır. Aynı bütün insan topluluklarında olduğu gibi, iyiler ve iyi olmayanlar iç içe…

Hasta hakları açısından nirengi noktası şudur: Bir kişinin herhangi bir sağlık kurum veya kuruluşunda muayene ve tedavisinin yapılması hasta hakkı değildir. Şaşırdınız değil mi? Hasta hakkı, hasta ve yakınlarının sağlık kurum veya kuruluşlarına girişinden itibaren her türlü muayene, tetkik, tahlil ve tıbbi uygulamaların insan haysiyetine, inancına, değerlerine ve saygınlığına uygun bir biçimde yapılmasıdır.

Şimdi burada şöyle bir durum düşünülebilir: “Ben hastayım, bana bakmak zorundalar, tedavimi yapmak zorundalar” gibi mecburiyet içeren bir bakış açısı oluşursa ki bu tamamen yanlıştır. Çünkü hasta olarak bir sağlık kurum veya kuruluşuna gittiğimizde karşımıza çıkanlar, tedavimizin her aşamasında bulunacak olanlar da bizler gibi etten kemikten yaratılmış insanlardır. Hasta ve yakınlarının kötü muamele görmeleri ne kadar yanlışsa sağlık çalışanlarının da böyle bir duruma maruz kalmaları yanlıştır. Hiç kimsenin, görevini yapmaya çalışan sağlık çalışanlarına bu tür bir düşünceden ötürü uygun olmayan davranışlar sergilemeye hakkı olmadığı kanaatindeyim.

Hem hasta olduğumuzda hem de herhangi bir yakınımızın hastalığı sebebiyle sağlık kurum ve kuruluşlarından birine müracaat ettiğimizde sağlık çalışanlarına karşı davranışlarımıza özen göstermeliyiz. Başka hastaların sırasını gasp etmemeli ve hiçbir sağlık çalışanının vaktini boşa harcamasına sebebiyet vermemeliyiz. Sağlık çalışanları ise hasta ve yakınlarına karşı yazımın başında da söylediğim gibi her zaman özenli davranmalıdır. Hasta ve yakınlarına uygun olmayan biçimde davranmanın milyonda bir ihtimalle olabilecek durumlar dışında açıklanabilir herhangi bir izahı yoktur.

Bence insanlar arası bütün diyaloglarda en önemli davranış şekli tebessüm edebilmektir. Sakın yanlış anlaşılmasın bu yazı içerisinde tebessüm olarak ifade ettiğim hâl, insanları kandırmak için yapılan sahte gülücükler değildir. Hayatımızın hiçbir noktasında tebessüm etmeyi bırakmadığımız takdirde hem Peygamber Efendimizin sünnetini yerine getirmiş olacağız hem de bütün kapıları açan bir anahtarımız olacaktır. Tebessüm edemeyecek bir hâldeysek o zaman da en azından kimseyi kırmamaya ve incitmemeye gayret edelim. Alvarlı Efe Hazretlerinin meşhur bir şiirinin ilk iki mısrası ile bu yazıyı nihayetlendireyim:


“Hazer* kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme
Esir-i gurbet-i nalan** olan insanı incitme.”

Bülent KESKİN


* Hazer : İmtina etmek, çekinmek, zarar gelebilecek bir durumdan kaçınmak, korunmak.
** Nalan : İnleyici, inleyen.