Sağlık Memurlarının Günahı Nedir?


 
19 Aralık 2012 Çarşamba günü akşam saat sekiz civarlarında cep telefonum çalmaya başladı. Telefonu elime aldığımda derneğimizin yönetim kurulu üyesi aynı zamanda Sağlık Meslek Lisesinden benden iki dönem sonra mezun olan Sağlık Memuru bir arkadaşımın aradığını gördüm. Telefonu açtığımda arkadaşımın moralinin bozuk olduğunu merhaba demesinden anlamıştım. Tereddütlü bir şekilde “Ağabey haberin var mı bizden?” diye sorduğunda şaşırmış ve telaşlanarak “Hayırdır, inşallah kötü bir şey yoktur?” dediğimde canı sıkkın bir biçimde Sağlık Bakanlığınca 112 Acil Sağlık Hizmetleri İstasyonlarında görev yapan Sağlık Memuru arkadaşlarımızın ve kendisinin herhangi bir bilgilendirme ve tercih yapmaksızın Kamu Hastane Birliklerine bağlı Hastanelere tayin edildiklerini duyduklarını söylemişti. Kurulduğundan bu yana yaklaşık 15 senedir bu kurumlarda görev yapan, bir yığın eğitimden geçen meslektaşlarımın bu atamalarının neden dolayı olduğunu çözmeye çalışırken ertesi gün net bilgiler alarak değerlendirelim kararıyla telefon görüşmesini sonlandırmıştık.

Bugün yani 20 Aralık Perşembe günü sabah saatlerinde Sağlık Meslek Lisesinden sınıf arkadaşım, derneğimizin yönetim kurulu üyesi başka bir arkadaşımın telefonuyla şaşkınlığım daha da arttı. O da Sağlık Müdürlüğünde, Toplum Sağlığı Merkezlerinde ne kadar Sağlık Memuru varsa hemen hemen hepsinin Kamu Hastane Birliklerine bağlı Hastanelere tayin edildiğini, kendisiyle ve atandığını duyduğu diğer arkadaşlarımızla ilgili bilgiler aktardı. Akşama kadar telefonum hiç susmadı desem yanlış olmaz. Bazen ben aradım bazen arkadaşlarım aradı. Konuştukça düşündük, düşündükçe de çareler bulmaya çalıştık. Bu haksız uygulama sebebiyle meslektaşlarımın teveccühüyle başkanlığını yürütmeye çalıştığım Sağlık Memurları Derneği olarak girişimlerde bulunmaya da başladık bu arada. İnşallah olumlu sonuçlara da ulaşabiliriz. Şayet olumlu bir sonuca ulaşamazsak meslektaşlarımızı hakları konusunda da ayrıca bilgilendirerek onlara yol göstermeye de çalışacağız.

Neler yapabiliriz sorusunun cevabını ararken birden 25 yıl öncesine Sağlık Meslek Lisesine başladığımız yıllar gözümün önüne geldi. Yatılı okul günlerimiz, oradaki sıkıntılarımız, eğitim hayatımız, dostluklarımız geldi aklıma. Sonra mezuniyet ve güzel ülkemizin her yanına kurumuş yapraklar gibi dağılan arkadaşlarımı, bizlerden önce ve sonra mezun olan meslektaşlarımı düşündüm. Büyük çoğunluğu on yıl sonra vatandaşlarımızın adını bile  hatırlamayacağını düşündüğüm Sağlık Ocaklarında görev yaptılar. Köylerdeydi bu Sağlık Ocakları da çoğunlukla. Hiç kimseyi tanımadıkları yerlerde toplum sağlığını korumak ve geliştirmek adına görevler ifa ettiler. Bir bebek hastalanmasın diye en ücra mezralara bile aşı yapmaya gittiler. İnsanlar temiz su içsin ve kullansın diye düzenli aralıklarla su depolarını düzenli olarak klorladılar. Toplumu bilinçlendirmek adına onlara eğitim verdiler. Mesai kavramını düşünmeden gündüzmüş geceymiş demeden görevlerini yapmak için gayret sarf ettiler. Gece oturdukları evlerinde gündüz Sağlık Ocağındaydılar her daim. Hatta bazı yerlerde kendi can güvenliklerini bile akıllarına getirmeden çalıştılar. Yalnız bunları mı yaptılar? Bu sorunun cevabı da hayır olacaktır. Olması gerekip de olmayanların görevini de yaptılar. Temizlik de yaptılar, pansuman da… Soba yaktılar, daktiloyla yazı yazdılar, hatta doğum bile yaptıranlar oldu belki de. Doğanları da tespit ettiler, ölenleri de. Ben bunu bilmiyorum olmadı hayatlarında. Bilmiyorlarsa öğrenmeye çaba sarf ettiler. Bu benim görevim değil demediler, ellerinden geleni fazlasıyla yapmaya gayret ettiler. Üç yıl beş yıl on yıl derken güç bela şehir merkezine tayin oldular bin bir zorlukla. Hastanelerde çalışmak istedi bir kısmı imkânlarının daha fazla olduğunu düşünerek. Ama çoğu bu emeline ulaşamadı, ya kadrolarının dolu olduğu bahanesi sürüldü önlerine ya da kendilerine sunulanlara rıza göstermek zorunda kaldılar, mecburiyetten. Sağlık Müdürlüklerinde, Sağlık Ocaklarında, Acil Sağlık Hizmetleri İstasyonlarında, Toplum Sağlığı Merkezlerinde ve daha farklı sağlık kuruluşlarında her türlü sıkıntıya rağmen çalıştılar. Ben çoğuna göre şanslıydım, çünkü köyde çalışma mecburiyetinde kalmadım. Kalsaydım tabii ki ben de onların yaşadıklarının birçoğunu yaşayacaktım…

Meslektaşlarımızın birçoğu da farklı dallarda yüksek tahsil yaptı bu süreçte. Bir kısmı farklı görevlere geldi bir kısmı ise aynı görevlerine devam etti, değişik sebeblerden ötürü…

Bugün birçoğu tayinleri yüzünden şaşkınlık içerisindeler. Özelleştirilen yerlerdeki personele bile birden fazla tercih yaptırılırken, soğuk bir kış sabahında önlerine sunulan tayin kararlarından dolayı tereddütler yaşadıklarını anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Muhakkak ki bu tayinler sebebiyle memnun olanlar da vardır ama benim görüştüklerim içerisinde çok fazla memnun olan yoktu. Hatta oldukça ilginçtir bazı meslektaşlarımda “Biz buradan ayrıldıktan sonra bu işleri kim yapacak?” düşüncesinde olanlar da vardı. Kendi tayininden ziyade oradaki işlerin yarım kalacağını veya yapılamayacağını söyleyenler vardı ki bu daha da düşündürdü beni. Başka bir meslek grubunda bu tür düşüncede olanlara ne yazık ki pek fazla rastlanmaz. Haksızlık olduğunu düşündüğüm böyle bir tayin kararında bile kendilerinden önce devletin işini düşünmelerinden dolayı içimden sevinmedim desem galiba yalan olur.

Sağlık Memurlarının hali pür melali, kısa hal tercümesi böyle. Günahlarının ne olduğunu çok da anlamış değilim. Yazının başlığını da ondan dolayı böyle yazdım.

Bu yazımı da Ziya Paşa’nın aşağıdaki beyiti ile sonlandırmak istiyorum. Umarım bu tayin kararlarını verenlerin avucunda adalet terazisi bulunuyordur.

“Dursun kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet
Havfın var ise mahkeme-i rûz-ı cezâdan.”
(Ey insan!.. Eğer mahşer gününde kurulacak mahkemeden bir korkun var ise adaletin terazisini daima avucunda bulundur.)(Ziya Paşa) 

Özlemek mi?

Özlem ne demek ki? Bir kimseye, herhangi bir şeye kavuşma isteği midir? Yoksa biraz eskilerin hasret dediği ve bundan dolayı demir prangaları eskittiği ya da daha eskilerin tahassür dediği ve üzüntüden yanıp, yakılma hali midir? Sanırım her üçü de hissi açıdan bakıldığında aynı karşılıklara gelmektedir.
İnsan neyi özler ki? Sevdiklerini mi, yoksa yanında olmayanları mı? Daha da kötüsü yanında olamadığı gibi gönlünde dahi olamayacakları mı? Geçmişte yaşanılanlara, yaşanamayanlara, yaşanmak istenenlere de özlem duyar mıyız? Gurbettekiler yalnızca sıladaki dağları, ovaları, ağaçları, şehirleri, caddeleri, sokakları, binaları, insanları mı özlerler? İnsanlar belki de farkında olmadıkları şeyleri mi daha çok özlerler? Yurt dışındakilerin ülkemizde beş vakit okunan Ezan-ı Muhammedî’yi bazen duyduklarının farkında olmamalarına karşın özellikle Avrupa’da ezan sesini özlemelerinin sebebi böyle mi açıklanır, bilmem.
Bir de önceden sahip olmadıklarına karşı bu hissi duyar insanoğlu, kız çocuğu olmayanların dünyaya gelen ilk kızlarına Özlem adını vermelerinin bunun tezahürü olduğunu düşünürüm nedense… İsmi Özlem olan arkadaşlarımın, bu yazıyı okuyan ve adı Özlem olan değerli okuyucularımın bu adı almalarının belki başka sebebleri vardır ama böyle düşünmemden ötürü kusuruma bakmayacaklarını ümit ediyorum. 
Peki ya özlem veya hasret özlenene kavuşulduğu zaman biter mi? Bu sorunun cevabını ben vereyim, sanırım bitmez. Muhakkak ki özleme sebep olan sevgi veya muhabbet arttıkça seviyesi değişmekle birlikte özlem belki bilinç altına itilecek, farkına varılmayacak ama en ufak bir aralıkta yeniden su yüzüne çıkacaktır. Lâkin özlemin yerini nefret alacak olursa özlemin esamesi artık okunmayacaktır…
Geçen akşam ikiz kardeşimle konuşurken laf nereden geldi hatırlamıyorum ama çamura basmadığından dolayı ayakkabılarının eskimediğini söyledi. Birden aklıma çocukluk yıllarım geldi. Biz çocukken diye başlayan cümlelerden ne kadar hoşlanmasam da kendim de kullanmaya başladım ki bu artık bazı şeylerin habercisi galiba! Biz çocukken ayakkabılarımız çamur olurdu, çünkü okuduğumuz ilkokulun bahçesi ne asfalttı ne de beton. Yağmur yağdığında veya kar yağıp tutmadığı zamanlarda çamura basmamak gibi bir lüksümüz yoktu. Bir de o çamurlu bahçede yakalamaca oynarsak yalnız ayakkabılarımız değil o beyaz yakalı siyah okul önlüklerimizin sırtı bile çamur olurdu. Düşmemeye çalışırdık ki düşersek her tarafımız kirlenir eve gittiğimizde ufak bir cihan harbi olma ihtimali yüksek olurdu. Bulunduğumuz ilçede yalnızca ana cadde ve merkezi yerler asfalt veya taş döşeliydi. Büyük yerleşim yerleri dışındaki çoğu yer de böyleydi. Özellikle kışın karlar erimeye başladığında sokaklardan geçerken azami dikkat ederdik ki çamura basmayalım. Ne garip değil mi kendisi çamurdan olan insanoğlu çamurla kirlenmekten kaçıyor. Daha da garibi özlemden bahsederken galiba çocukluğumun çamurlu sokaklarına, riyadan, yalandan, her türlü keşmekeşten uzak gördüğüm o küçük dünyama, her zaman sığındığım rahmetli anneme daha çok hasret mi duyuyorum bunları yazarken bilemiyorum…
Hasretle, özlemekle ilgili o kadar güzel mısralar yazılmış ki birkaç tanesini burada örnek vermeden geçemeyeceğim.
 “Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
Necip Fazıl, duyduğu özlemi beklemekle,

Ben sana mecburum
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum.”
Attila İlhan, aşkı, özlemi mecburiyetle,

“ayrılık yüreğimi uyuşturuyor,
karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...”
Can Yücel, özlemi uyuşturmasıyla, 

“Gözlerimi de götürdün benden giderken,
Özlemin sığmıyor artık gecelere”
Sezai Karakoç, içindeki hasretin daha da büyüyüp gündüzlere de sirayet ettiğini, 

“Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne
Ahmet Arif, hasretinden prangaları eskitirken özlemini, birbirinden farklı biçimlerde ifade ediyorlar.

Bu mısralar gibi yüzlercesine rastlamışsınızdır ve ömrü hayatınızda rastlayacaksınız da. Çünkü her insanın içinde her daim bir özlem vardır. Sanırım özlemek hissi ancak insanın öldüğü zaman yitirdiği bir duygusudur.    

Bu yazımı da yakın bir zamanda kaybettiğimiz rahmetli Abdurrahim KARAKOÇ’un aşağıdaki dizeleriyle sonlandırayım. Yazdıklarımı okuyan değerli okuyucularımın gönüllerinin içerisinde, hasretini ağarmış saçlarına düğümledikleri bir Mihriban’ları varsa hiç olmazsa onları bir kere daha hayırla yad etsinler…

Selam ve muhabbetlerimle…
 
“Sarıca düzünde bir yığın toprak,
Sulanır her sabah gözyaşlarımla
Mihriban, Mihriban uyan da bir bak
Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda

...Hazan Mevsimi…


Sonbahar, bizim yaşadığımız coğrafyada eylül, ekim, kasım aylarını içine alan mevsimin adıdır. Eylülde yaz sıcakları etkisini yitirirken, ekim ayının sonlarına doğru yaklaştıkça havaların soğuduğunu ve gündüz-gece sıcaklıklarının farklılaştığını hissederiz. Artık ağaçların yapraklarını rüzgârın kuvvetine bıraktığını, bazen hafif şiddetli bazen sağanak halinde rahmetin toprağa düştüğünü de fark ederiz. Kasım ayında ülkemizin doğusuna doğru gittiğimizde ise bazı yerlerde yerkürenin bembeyaz bir örtü ile kaplandığını görürüz ki sonbaharın oralarda bittiğinin göstergesidir bu durum…

Sonbahar, öyle güzel bir mevsimdir ki birçok şiir ve romanın yazılmasına, bestenin, resmin ve filmin yapılmasına sebep olmuştur. İnsanların ilkbahardaki coşkusunun, yaz aylarındaki koşturmacasının ardından sonbaharın geldiğini hissettikleri andaki duygularını yansıtma isteklerinin muhakkak ki bu eserlerin meydana gelmesinde etkisi olmaktadır. Sonbaharın gelmesi insana kendini hatırlatmaktadır sanırım.
Sonbaharda dünyaya gözlerimi açtığımdan mıdır bilmem her sonbaharın gelişi beni hep etkilemiştir. Bu etkileme mevsim değişikliğinden etkilenme manasında değil bilakis bazı şeyleri fark edebilme anlamındadır.  Bazen bitmez tükenmez bir konuşma isteğiyle içimden geçenleri söylemek geçer içimden bu mevsimde… Bazen de susmak, konuşmamak, yaşadığımı düşündüğüm saniyelerden daha fazla sayıda olduğunu zannettiğim yere dökülmüş yaprakların üzerine basarak saatlerce yürümek ve yalnızca kuru yaprak çıtırtılarını duymak…
Sonbahar, hüzün mevsimidir. Bundan dolayıdır ki bir adı da hazandır. Hazan, hüzün sözcüğünün çoğuludur. Uzun yıllar ötesinden hatırladığım bir şiir mısrasında şair, “Her hüznün fincanıdır kahverengi gözlerim” derken hem kendi gözlerini hem de ağaçların sararıp kahverengiye dönen yapraklarını mı kastetmiştir bilinmez. Ama anladığım odur ki şairin ve bu şiiri okuyanların gözleri ister mavi, ister yeşil, ister siyah hatta kahverengi olsa bile benim yaşımdaysalar gönüllerinin rengi hüzünlerinden dolayı sonbahardaki yapraklar misali kahverengiye dönmüştür. Belki de yalnızca ben böyle düşünmüş de olabilirim…
Yağmurun çok yağdığı ikinci mevsimdir sonbahar. Ağaçlar çiçek açtığında yağan ilkbahar yağmurları her tarafa rayihaları yayarken, sonbahar yağmurları dallarına çok az tutacak parçası kalmış yaprakları yerlere dökerler. Yaprakların yanında ağaçları da üzerindeki tozlardan, böceklerden ayırarak temizlerler aynı zamanda. Her damla gözyaşının insanın dertlerini, üzüntülerini temizlediği gibi… Hangimiz yağmur yağarken yürümekten hoşlanmamıştır ve şayet hüzün doluysa gönlü gözyaşlarını yağan yağmurun damlalarıyla karıştırmaktan kaçınmamıştır? 
Okulu sevmeyen çocukların en sevmediği, gelmesini hiç istemedikleri mevsimdir sonbahar. Yaz aylarındaki serkeşliğin sona erdiği, hayallerin ve oyunların sınıf(!) adı verilen dört tarafı duvarla çevrili, içerisinde tahtadan sıraların olduğu, tebeşirin tahtaya yazmak için değil de küçük parçalara ayrılarak arkadaşların kafasına atmak ve tozunun teneffüslerde yaramazlık yapmak için kullanıldığı mekânlara tıkılmanın başladığının habercisi olan zamana verilen isimdir, onlar için!!!
İlkokul kitaplarımızda bağbozumu diye adlandırılan, üzüm vb. meyvelerin toplandığı, kışlık yiyeceklerin, özellikle de turşu ve konservelerin hazırlandığı zaman da sonbaharın ilk ayı olan eylül ayıdır. Ben nasıl yapıldığını canlı olarak görmedim ama babamın soğuk kış sabahlarında kahvaltı esnasında veya okula gitmeden önce zorla(!) içirdiği, daha doğrusu içmek zorunda bıraktığı milli içeceğimiz pekmezin de hazırlandığı zamanlar sonbaharın ilk ayıdır genellikle…
Sonbaharı insanların çoğu sevmese de sebebi nedendir bilmem oldum olası severim. Havanın hafif serinlemesi, renginin gri tonlarına doğru değişmeye başlaması ve bir de arkasından yağmur yağması bana hep değişik şeyleri düşündürür. Umarım bir arızam yoktur!!!
Kurban Bayramın(m)ızı en samimi duygularımla kutlar, yüce Allah’tan hayırlı ömürler vermesini niyaz ederim.
Selam ve saygılarımla…

Ağlamakla ilgili…

Ağlamak, gözlerden yerçekimi etkisiyle aşağıya doğru süzülerek dökülen, adına gözyaşı denilen, içerisinde bir miktar tuz bulunan su damlalarıyla özdeşleştirilen bir haldir. İnsanlar birbirinden farklı sebeplerden dolayı gözlerinden yaşlar akarak ağlarlar. Mesela bir bebeğin doğmasıyla başlayan ilk ağlamaları onun hayata başladığının göstergesidir. Yeni doğan bebeğinin ağladığını duyan annenin bütün acıları o an dinecektir. Sonraki zaman içerisinde bebeğin iletişim aracı, konuşmayı öğreninceye veya kendini ifade etmeyi becerinceye kadar ağlamak olacaktır. Karnıacıktığında, bezi kirlendiğinde, herhangi bir yeri ağrıdığında ağlayarak kendi halini ifade edecektir. Çocuk yere düştüğünde veya herhangi bir sebeple çarpmaya bağlı olarak canı yandığında ya da korktuğunda, üzüldüğünde ağlayacaktır. Zamanla bu hal farklı biçimlerde tezahür edebilecektir. Ağlamak her ne kadar fizyolojik bir hal olsa da sebeplerinin her zaman fizyolojik olmadığıaşikârdır.

İnsanlar bazen kaybettikleri için ağlarlar, bazen de kavuştuklarında. Bazen acı çektiklerinde ağlarlar, bazen de çok sevindiklerinde. Bazen bir an görebilseler ağlarlar, bazen de hiç göremeyecekleri için ağlarlar. Ne kadar zıt durumlar değil mi?
Ağlamak insan olmanın temel göstergelerindendir. Bir insanın ağlaması kendini veya hayatı fark etmesini, insanların anlayamadıklarını anlayabilmesini sağlayabilir. Necip Fazıl’ın Reis Bey adlı tiyatro eserinde meşhur bir bölüm vardır. Bu eseri okuduysanız, tiyatroda veya sinema filmini izlediyseniz bu sahneyi kolaylıkla hatırlayabilirsiniz. Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz ifadesi çerçevesinde hayatı irdeleyen bir merhamet bakış açısı ifade edilir. Belki de anlayabilmenin en önemli şartı ağlayabilmektir…    
Bunların yanı sıra olur olmaz her şeye ağlayanlar vardır ki bunlara sulugöz tabiri yakıştırılmıştır. Gözlerden dökülen her damla yaşın bir değeri olsa da bu tarz kişiler için göz yaşının bir değeri yoktur. Hoyratça ağlamak gözyaşının ve kişinin değerini de düşürür. Bir de ağlayarak insanları kandıranlar vardır. Ağlayan bir insanın yanında olan bir başka kimse muhakkak ki bu durumdan etkilenir. Bazı sahtekârların ağlamalarının sebebi de bu olsa gerek, insanları böylece kolaylıkla kandırabilirler.
Birisini kandıran aslında öncelikle kendini kandırmaktadır. Bunun farkında olmasa da…
Erkeklerin ağlamadığıyla ilgili sözler dolaşır durur toplum arasında. Özellikle de bizim toplumumuzda erkeklerin ağlamasına ayıp gözüyle bile bir bakış serdedilir. Bu da külliyen yanlış bir bakış ve değerlendirmedir. Erkekler de ağlar, çünkü onlar da insandır. Belki uluorta ağlamazlar, feveran koparmazlar ama gözyaşları yine de ıslatır kirpiklerini. Bazen de güçlü görünmek adına ağlamamaya çalışırlar. O zaman Victor Hugo’nun;
“Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?”
Mısraları gelir insanın aklına, insan bazen böyle gözyaşı dökmeden de ağlayabilir. Muhtemel ki o gözyaşları gönüllerine doğru akıp gitmektedir.

Ağlamanın yasak olduğu gündüz vakitlerinde ağlamak için geceleri bekleyenler vardır. Gam çekenlerin, üzülenlerin yegâne sığınağı gecelerdir. Gece hem kendilerini dinlerler hem de yitirdiklerini, kavuşamayacaklarını bildiklerini düşünerek ağlarlar. Bu böylece çoğu zaman gün ağarana kadar sürer. Güneş doğunca ağlamak yasaktır nasıl olsa. Belki de bu yüzden kimse ne onların ağladığını görür ne de niçin ağladıklarını bilir... Şair Sabit’in dediği gibi;
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ'at.”
(En uzun gecenin hangisi olduğunu ne müneccim, ne de saat ayarlayıcıları bilir…
Gam tutkunlarına sor ki geceler kaç saattir..!)


Bana göre insan olabilenler ağlayabilenlerdir. Gözyaşının değerini bilerek ağlayanlardır kast ettiğim, başkası değil. Bunun karşılığı olarak “Ağlamayanlar insan olamaz mı? diye sorulacak olursa, cevabını siz değerli okuyucularım verecektir.  Bu yazıyı da uzun yıllar önce, gençlik yıllarımda, yaşarken yitirdiğim bir arkadaşım için karaladığım kısa bir şiir çalışmasıyla neticelendireyim. Yukarıdaki örnekler yanında bir değeri olmasa da birkaç satır da benden olsun…
Her şey gönlünüze göre hayır ekseninde olsun.
Selamlarımla…
“Ağlamak yasak gündüzleri,
Ağlama olur mu….
ne olur ağlayıp da
beni de ağlatma.
eğer ağlamak isterse gönlün,
hava kararıp,
güneş ufka dalıp,
görünmediğinde ağla.
el ayak çekilip,
herkes uykuya dalıp,
yalnız kaldığında ağla.
Ağla, ağla, ağla…
tan ağarana kadar ağla,
sabah olunca
sil gözyaşlarını hemen.
neden?
diye sorma bana
çünkü,
Ağlamak yasak gündüzleri…”

 

  

Anlamak hususunda…


Anlamak,  herhangi bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak, anlatılanları, anlatılmak istenenleri, söylenenleri veya ifade edilenleri belirtildiği biçimde algılama halidir. Görünüşte bu kadar kolay gibi görünse de insanlar arasındaki uyuşmazlıkların büyük çoğunluğu aslında anlamak veya buna bağlı durumlardan kaynaklanmaktadır.
İnsanların başkalarına anlatarak anlamalarını sağlamaya çalıştıkları hususlar sanırım her zaman anlatanın anlattığı gibi anlaşılmamakta bazen çok daha farklı biçimlerde algılanabilmektedir. Yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmak toplum içerisinde bir çok problemin oluşmasına sebep olur. Diyelim ki birisi size bir şey anlatıyor ve anlattıklarını anlamak ve anlamlandırmak hakkında kafanızda değişik algılamalar oluşuyor. Bu tarz bir durumla karşılaştığınızda yanlış anlamamak için öncelikle ne anlatılmak istendiği veya anlaşılan şeyin anlatılmak istenen şey mi olduğu açık bir biçimde sorulmalıdır. Böyle bir davranış modeli ne yazık ki bizim toplumumuzda çok yaygın olmayan bir durumdur. Anlatan kişi muhtemelen bu soruya cevap vermeyebilir veya kestirip atabilir. Çünkü soru sormak nedense hep yanlış anlaşılır, konuşmak ve doğruya ulaşmanın temelinde sorular sormak olduğu halde hep göz ardı edilir. Geçenlerde bir karikatür gördüm tam da bu hali belirtir bir tarzda yapılmış sanki. Bir çocuğun hayat seyri şeklindeki 5-6 küçük karenin her birinde çocuk bir miktar büyümüş görünüyor. Ama son kare hariç hepsinde vaziyet aynı. Aklı ermeye başladıktan itibaren bir şeyleri anlamak peşindeki bir çocuğun karşısında hep birileri oluyor ve her sorusunda onu susturuyorlar. Evde bir şey sorduğunda annesi, okulda öğretmeni, hastanede doktor veya hemşire vb. Sonuçta çocuğun bir şeyler anladığı farz ediliyor ama aslında bir şey anladığı falan da yok. En son kare ise çok manidar. Bir mahkeme salonu ve hakim var, karşısında da büyümüş bir adam. Hakim soruyor: -Anlat bakalım? Garip haldeki biçare adam, hakimin yüzüne bakıyor yalnızca, böyle bir halde iken neyi anlatabilir ki? 

Bu karikatürdeki gibi bir hayat yaşayan insanlar ne yazık ki hiçbir şeyi anlatamıyor. Bu yüzden midir bilmem bizim toplumumuzda anlatılmak istenen şeyin anlatan tarafından düzgün biçimde anlatılması değil de anlaması beklenen kişiden tam manasıyla anlaması beklenir oldu! Bu nasıl düzelecek bilmem? Eskiden de böyle miydi bilmiyorum ama durum daha da vahimleşmez.
Bir de anlattıklarının anlaşılmaması için anlatanlar var. Kah yazarak kah konuşarak yapıyorlar bu yaptıklarını. Ama yazdıklarını ve konuştuklarını anlaşılmamak üzerine kurguladıklarından dolayı onları çok fazla anlayan olmuyor. Zaten herkes tarafından algılanamayacak, anlaşılamayacak şeyleri anlatmak bu tarz kişilerin kendisini daha da anlaşılmaz ve ulaşılmaz bir hale getirme gayretiyle birlikte gidiyor. Sanırım bu kişiler kendi anlattıklarını ve yazdıklarını da anlamakta güçlük çekiyorlardır. Belki de bir şeyleri anlaşılmaz gibi göstererek kendilerini topluma kabullendiriyor da olabilirler…
  
Tarihte ve sosyolojide sebep sonuç ilişkisi içerisinde olayları değerlendirme şeklinde bir bakış açısı vardır. Bu tarz bakış açısı hem anlatmayı hem de anlamayı kolaylaştırır. Yine üzülerek belirteyim ki bizde bu tarz bir bakış açısı ne yazık ki kullanılmayıp göz ardı edilmektedir. Bunu hep söylerim ama buraya da yazacağım ki belki başkaları da okuyup farkına varırlar. Şimdi sokağa çıksanız kiminle karşılaşırsanız karşılaşın ister yüksek tahsilli veya tahsili olmayan, meslek sahibi olmuş belki de yüksek makamlara bile gelmiş kimselere bile Çanakkale Savaşını sorduğunuzda büyük çoğunluğu düşmanın geçirilmediğini, vatanın kurtarıldığını falan söyleyeceklerdir. Çok da haksız değiller ama bu soruya kaç kişi Çanakkale’nin Birinci Dünya Savaşının bir cephesi olduğunu, deniz ve kara savaşlarının yapıldığını, zafer kazanıldığını ama Mondros Mütarekesinden sonra İtilaf Devletlerinin donanmalarının Çanakkale’yi geçerken o bataryaları tahrip ettiklerini ve Payitahtı yani İstanbul’u işgal ettiklerini söyleyecektir. Anlatmak ve anlamak böyle bir şey olsa gerek.                

Şöyle bir hal de var bizim toplumumuzda “Ben söylerim, karşımdaki ne anlarsa onu anlasın.” İnsanlara bir şeyler anlatıyorsak ve onlardan bunu anlamalarını istiyorsak öncelikle anlamalarını sağlayacak şekilde anlatmalıyız. Kinaye kullanma alışkanlığından da vazgeçmek çok önemlidir. Kinayeyi ne kadar çok kullanırsanız insanlar sizi anlamakta o kadar çok güçlük çekeceklerdir. Zanların yolu açılacak ve olur olmaz yanlış anlamalar olacaktır. Ben bunu böyle söyledim, o bundan ne anlarsa anlasın, benim anlatmak istediğimi anlayacaktır veya benim kinayeyle söylediğimi o anlasın demek çok anlamlı değildir. Son günlerde çok duyduğum bir ifade var ki “laf sokmak” diye duyuyorum ve üzülüyorum. Kardeşim bir şey söylemekse derdin güzelce konuş ve anlat, yok başka bir şeyse ne konuş ne de bir şey anlatmaya çalış.
Tiyatrocular kelimelerin yanlış anlaşılabilenlerini çok kullanır. Bu alışkanlık belki ortaoyunu geleneğinden belki de Karagöz gibi oyunlardan gelmektedir. Aynı şekilde telaffuz edilen fakat anlamı farklı olan kelimeleri kullanarak anlaşılmayı zorlaştırabilirsiniz ki bence bu tarz kelimeleri kullanırken çok dikkatli olun veya mümkünse ya kullanmayın ya da sonrasında anlaşılır biçimde ne kast ettiğinizi açıkça söyleyin.    

Umarım dünyadaki en kötü şeylerden olan yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmaktan uzak olursunuz.
Selam ve saygılarımla…

Nezaketlilik, nezaketsizlik…


Nezaket” kelimesi herkesin anlamını çok iyi olarak bildiği bir sözcüktür aslında. Ama yine de Türk Dil Kurumunun güncel sözlüğünde “Başkalarına karşı saygılı ve incelikle davranma, incelik, naziklik” anlamlarına geldiğini belirtmem de sanırım faydalı olacaktır. Yazının başlığına gelince onlar da kısaca nezaketin olması yani ince, nazik olma durumu ve olmama durumunu belirten, gündelik hayatta da kullanılan kelimelerdir.
 
Çevrenize baktığınızda az da olsa bazı insanların samimi hislerle nezaketli olduklarını, bazılarının yapmacıktan nezaketli olduklarını, bazılarının bulundukları duruma veya ortama göre nezaketli veya nezaketsiz olduklarını, bazılarının ise Nezaket’in yalnızca hanımlara verilen bir isim olduğunu düşündüklerini görebilirsiniz. İnsanların iyi olarak ifade edilmelerinin gerçek manada hiç tanımadıkları insanlara davranışları ile belirlendiği gibi bir kişinin nezaketliliği veya nezaketsizliği de zannımca hiç tanımadığı veya menfaati olmayan bir kişiye davranışıyla anlaşılabilir.
Yapmacık nezaket gösteren insanlara her yerde fazlasıyla rastlayabilirsiniz. Yüzünüze karşı nezaketli davransalar da arkanızı döndüğünüz zaman tavırları farklılaşan o kadar çok insan vardır ki belki de en vahim durumlardan birisi de budur. Toplum içerisinde bu tür davranışlara sahip olanlar bazen çok kolay tanınabilirse de bazen bunları algılayabilmek çok zor olabilmektedir. Bir de “Benim yapım böyle, nazik olamam” diyen grup vardır ki büyük bir çoğunluğu zor bir durumda veya yüksek makam sahibi bir kişinin yanında nezaketli olmak adına(!) her türlü taklayı pervasızca sergileyebilmektedirler. Bu tür gruba giren davranış sergileyenler genel olarak nezaket ile dalkavukluğu da karıştırırlar. Nezaket her topluluk tarafından ne kadar hoş karşılanan bir durum olsa da dalkavukluk toplumlar tarafından hiç de hoş karşılanmaz. Akıllı olan insanlar bilirler ki dalkavuklar hiçbir zaman insanlara gerçek yüzlerini göstermezler. Belki de bu yüzden dalkavukların sergiledikleri yapmacık nezaket bile nezaketsizlik sayılabilir.
Psiko-sosyal anlamda gelişmemiş topluluklarda nezaket sahibi insanlar her daim olumsuz durumlarla karşılaşabilirler. Nazik olmaları sebebiyle davranışları ve sözleriyle, incelikleri sebebiyle belki de uygun olmayabilecek tanımlamalarla rahatsız edilebilirler. Kendileriyle pervasızca alay edilebilir. Bu tür davranışlarda bulunanların belki de nezaketli insanları kıskandıklarından dolayı böyle bir tavır sergiliyor olmaları ihtimali oldukça yüksektir.
İnsanlar nezaketli oldukları zaman ne olur? Sorusunun cevabı çok kolay verilebilir. İnsanlar nezaketli oldukları zaman şuan dünyada sorun olarak ifade edilen birçok durum ortadan kalkacaktır. İnsanlar birbirlerine karşı daha iyi davranacak, dolayısıyla birçok problemin ne olduğunu bilemeyeceklerdir. Çünkü bu problemlerle karşılaşma ihtimalleri kalmayacaktır. Çok mu ütopik bir bakış açısı bilmiyorum ama böyle olacağını düşünüyorum.
İki cihan serveri Peygamberimiz Efendimizin hayatı incelendiğinde her döneminde nezaket örneklerini görmek mümkündür. O ki insanların insanları köle olarak kullandığı, kadınları mal olarak gördüğü, çocukları diri diri toprağa gömdüğü bir coğrafyada insanlara nezaket ve kibarlıkla davranıyordu. Yetimleri, kimsesizleri koruyor, herkesi dinliyor herkese hitap ederken nezaket gösteriyordu. Her haliyle olduğu gibi bu haliyle de bizlere çağlar öncesinden örnek olmuştur. Sonsuz hamd-u senalar olsun ki ona ümmet olmuşuz. Bu yüzden müslümanların yaşadığı bir toplumda nezaket kelimesi ifade edilmekten ziyade toplum içerisinde her şeyden önce fark edilmesi gerekir. Müslüman nezaket sahibi olmalıdır aynı zamanda. Ama ne yazık ki günümüzde durum çok farklı tezahür edebilmektedir. Bu durumun farkına varıp düzeltmeye gayret etmek gerekir.
Dünyadaki varlıkların büyük çoğunluğu zayıflıktan, incelikten kırılmaktadır. İnsanlar ise kalınlıktan, kabalıktan, hor davranılmaktan dolayısıyla nezaketsizlikten kırılırlar. Galiba en güzel davranış şekli kırmamak, nezaketsiz davranmamak olacaktır. Nezaketin olduğu yerde nezaketsizlik de böylece ortadan kalkmış olur.
Selam ve muhabbetlerimle…

Aluşta’dan esken yeller...


Bahçesaray-Kırım

“Aluşta'dan esken yeller yüzüme urdu,
Balalıqtan ösken evge közyaşım tüştü.

Men bu yerde yaşalmadım,
Yaşlığıma toyalmadım,
Vatanıma hasret kaldım
Ey güzel Kırım”


1944 yılının 17 Mayıs’ını 18’ine bağlayan gece yarısında Karadeniz’in kuzeyindeki yarımadada bütün yerleşim yerlerindeki evlere Rus askerleri pervasızca giriyor, yataklarından kaldırdıkları insanların ne olduğunu anlamalarına fırsat vermeden 15-20 dakika içerisinde hazırlanmalarını, yanlarına birkaç parça değerli eşyalarını almalarını söyledikten sonra evlerinden çıkararak tren istasyonlarına doğru zorla götürüyorlardı. Çocuklar ağlıyor, kadınlar onlara sarılıyor veya ellerinden sıkı sıkı tutup sakinleştirmeye gayret ediyor, yaşlılar bastonlarına veya birbirlerine dayanarak yürümeye çabalıyor, erkekler ise askerlere karşı koymaya çalışıyorlardı, silahsız olarak nasıl karşı koyulabilirse?.. Bu sebepledir ki aralarında kurşunlanıp o an ruhunu teslim eden veya süngülenip can çekişenler vardı. Kalbi olup, birazcık da vicdanı olanın görüp de etkilenmemesi mümkün değildi bu manzaradan. Ama askerlerin ne kulağı bir ses, ne gözleri yaptıkları vahşeti görüyordu. İstasyona gelenler orada bekleyen hayvan vagonlarına istif şeklinde dolduruluyor sonra kapıları dışarıdan kapatılarak kilitleniyordu. Vagonlara o kadar çok insan dolduruluyordu ki insanlar ancak ayakta durabiliyorlardı.

Kimse nereye gittiğini bilmiyor, belki bir şeyler anlayabilmek için birbirlerine sorular soruyorlardı. Ama ne yazık ki cevapları bilen kimse yoktu. Kapkaranlık vagonlar biraz sonra yalnızca çocuk ağlamalarının duyulduğu yerler haline gelmişti. Bir süre sonra sabahın olduğunu tahta aralarından ince bir ışık geldiğinde anlamışlardı. Tren arada bir duruyor, tuvalet ihtiyacı hissedenler vagon kapılarını yumrukluyorlar, ama kimse ne kapıyı açıyor ne de ses veriyordu. Bu sırada birkaç vagon Rus askerler tarafından makineli tüfeklerle taranmıştı. Aynı mermiyle hayatını kaybedenler vagonların içinde öylece kalakalmışlardı. Ölenler ile ölmemeye direnenler aynı yerdeydi. Çocuklar tuvalet ihtiyaçlarına dayanamazken, büyükler de utandıklarından kendilerini zorluyorlardı. Birkaç gün sonra tuvaletini yapmamaktan dolayı ölenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok olmuştu. Bunun yanı sıra ne bir parça ekmek ne de içecek kadar bile su veren yoktu. Açlıktan ve susuzluktan en çok çocuklar ve yaşlılar hayatını kaybetmişti. Vagonların içinde ölülerin kokmasından, açlıktan, susuzluktan, ishalden dolayı nefes alabilecek bir ortam kalmamıştı. Bu şekilde yolculuk 12-13 gün sürmüş, trenler Sibirya’ya, Ural’lara, Orta Asya’ya ulaştığında insanların yarısından fazlası hayatını kaybetmiş, kalanlardan da birçoğu hastalanmıştı. Kırım’da ne kadar Türk varsa bir gecede Kırım’dan çok uzaklara sürgün edilmiş, sağ kalabilenler ise kamplarda çalıştırılmaya başlanmıştı.

Başlarına gelen bu felaketin 11 Mayıs 1944’te Stalin tarafından imzalanan karar neticesinde olduğunu çok sonraları öğrenmişlerdi. O geceden yaklaşık iki ay sonra Ruslar Kırım’da bir köyü unuttuklarını fark ettiler. Koca yarımadada 18 Mayıs’ta ortalığın karışmadığı tek yer vardı. Orası da Arabat Köyüydü. Bu köydeki Türkleri bekleyen son ise çok daha yürek acıtıcı olmuştu. Köydeki herkes eski bir geminin ambarlarına zorla doldurulmuş, gemi Karadeniz’e çıkınca ambar kapıları açıldıktan sonra, denizin en derin yerinde batırılmış ve yüzlerce insan boğularak hayatlarını kaybetmiştir.

Bugün, Kırım’daki Türklere uygulanan soykırımın 68. Yıldönümü. 1783’te Rusların Kırım’ı işgalinden sonra hiç huzur bulamayan kardeşlerimiz 68 yıl önce topyekûn sürgüne gönderildiler. Büyük çoğunluğu hayatını, birçoğu da sağlığını kaybetti. Onlar sürgündeyken yeni nüfus politikalarını uygulayan o dönemdeki adıyla SSCB bu güzel yarımadaya değişik bölgelerden kendi vatandaşlarını yerleştirdi. Nüfus dengeleri tamamen değişen Kırım’a 1989’dan sonra sürgündeki kardeşlerimiz yeniden dönmeye başlamışlardır. Bugün Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti olsa da Kırım’ın şimdiki hali eski dönemleriyle kıyas edilebilecek bir durumda değildir. Ama SSCB döneminden muhakkak ki daha iyidir.

Kırım’ın ve Kırımlı kardeşlerimizin bizim hayatımızdaki yeri çok önemlidir. 1783’teki Rus işgalinden 1944 Soykırımına kadar olan zaman içinde ve sonrasında Türkiye’ye göç eden, Anadolu’nun değişik yerlerinde hayatını sürdüren pek çok kişi bulunmaktadır.

Cengiz DAĞCI, Kırım’ın yetiştirdiği en büyük yazarlardandır. Onun kaleme aldığı Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, O Topraklar Bizimdi, Yurdunu Kaybeden Adam, Anneme Mektuplar, Hatıralarda kitaplarını okuyabilirseniz Kırım’ı, orada yaşayanları ve yaşananları daha fazla anlayabileceğinizi zannediyorum. “Hatıralarda” kitabından çok bilinen, başka yerlerde belki de rastlamış olabileceğiniz bir bölümü burada yazmak istiyorum. Bir de yazımın en başında altı mısrasını yazdığım “Ey Güzel Kırım” şarkısını aşağıda vereceğim linkten dinlemenizi istirham ederim.

Bu yazıyı Kırım’da sürgün adıyla soykırıma uğrayan kardeşlerimizi bilenlere hatırlatmak, bilmeyenlere ise kısaca bilgi sahibi olmaları düşüncesiyle kaleme aldım. Bilmenizi isterim ki yukarıda sürgünle ilgili anlattıklarım bu konuyla ilgili okuduklarım ve dinlediklerimin en sade hale getirilmiş biçimidir.

Selam ve muhabbetlerimle…

“O zamanı takip eden uzun yıllar boyunca da Kırımlılar için hayatta kalabilmek oldu mutluluk. Tanrım! Hayatta kalmanın ve yaşamanın değerini bilmemiz için, önce Kırım'da, sonra da Kırım'ın dışında yıkılmış bir durumda yaşamamız gerekti.
Güçlü olacaksın!
Karşı koyacaksın!
Dayanacaksın!
Ölmeyeceksin!
Elli yıl.
Yüz yıl.
Yüz elli yıl.
Tümü sert, tümü kas-katı, tümü korkutucu kelimeler.
Ve bizler, bilinçli veya bilinçaltında, yıllar yılı içimizde tekrarlanan bu kelimelerle yaşadık.”




Ey güzel Kırım-Şükrüye TUTKUN  http://www.youtube.com/watch?v=63GlPWU_F0Q




Yalnızlığa karalama...

Yalnız, dilimizde yanında başkaları olmayan anlamında kullanılan bir kelimedir. Toplum biliminde ise insani ilişkilerden yoksun olan veya yoksun bırakılan kişi olarak da tanımlanabilmektedir. 

Türkçemizde insanlarımızın yazarken hata yapabildiği kelimelerdendir aynı zamanda. Özellikle “yanlız” şeklinde yanlış bir biçimde yazanlara da oldukça sık rastlayabilirsiniz. Yalnızlık, yalnız kalmak, kendini yalnız hissetmek insanların genellikle korktukları ve tercih etmedikleri hallerdendir. Belki de bu yüzdendir insanlar birbirlerini yalnız bırakarak da cezalandırabilirler. Bu yalnız bırakma hali toplum içerisinde gruplaşmalar şeklinde olabileceği gibi cezaevlerinde hücrede tek başına bırakma şeklinde de olabilir ki sanırım en zor yalnızlık hallerinden birisi de budur. 

Dilimizde “Yalnızlık Allah’a mahsustur” şeklinde ifade edilen bir deyim vardır. Ne kadar doğru ne kadar güzel bir tabirdir bu. İnsanoğlunun hayatında doğduğu andan hatta doğmadan önce bile bir yalnızlık hali vardır. İstisnası olsa da insanlar doğarken yalnız doğarlar. Bir bebeğin fark etmediği bu yalnızlığı onu koruyup kollayan annesi ona hissettirmez bile. Annesinin yanında olmaması bir bebeğin en büyük yalnızlığıdır. Bir çocuk için ise yalnızlık, anne babasının onun yanında olmamasıdır. Yaşı ilerledikçe anne babanın yerini belki yakın akrabalar belki de arkadaşlar ve dostlar alacaktır. Doğarken yalnız doğan, yaşarken de yalnız yaşayacak, yalnız sevecek ve belki de yalnız olarak vakti geldiğinde gözlerini kapatacaktır. Ama hayatı boyunca insanın her zaman yanında mutlaka birileri olacaktır. Birilerinin fiziki olarak yanı başında olması insanın yalnız olmadığının göstergesi gibi addedilse de insan kalabalıklar içerisinde bile yalnız olabilir. Yalnızlık, insanın kendi haline, bulunduğu yere ve ortama göre farklı biçimlerde olabilmektedir. Yanlış hatırlamıyorsam Goethe “Genç Werther’in Acıları” adlı eserinde yalnızlığın en çok hissedildiği yerlerin tek başına kalınan yerler değil daha çok kalabalıkların olduğu yerler olduğuna dair bir niteleme yapıyordu. Aslında haksız da sayılmaz doğrusu… 

Her ne kadar insanlar yalnızlıktan korksalar ve toplum içerisinde yaşasalar da aslında fert olarak her zaman yalnızdırlar. Fiziki olarak yalnız kalmak kötü olsa da insan ruhunun yalnız kalması yalnızlığın en zor halidir. İnsanların içinde ruhlarının farkına varanlar galiba çok fazla değildir. Herkes ruhunun olduğunu bilir ama onun farkına ne kadar varmıştır mevzusu tartışma götürür. Ruhlarının farkına varanlar neye olursa olsun zannımca âşık olanlardır. Bu sebeple yalnızlığı en derin hissedenler muhakkak ki âşık olanlardır. Âşıklar için yalnızlık, birilerinin yanında olup olmaması değil maşukunun yanında olmaması halidir. Eğer vuslat söz konusu olamayacaksa yalnız geçirilen her salisenin sızısını her zaman hissederler. 

Yalnızlığın insan hayatında öyle çok yeri vardır ki birçok sanat eserine ilham olmuştur. Yalnızlık için şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş, romanlarda anlatılmıştır. Yalnızken hissedilen en derin duygular kelimelere ve cümlelere aktarılarak şaheserler ortaya konmuştur. Yalnızlığa dair bir şiir okumayan, bir şarkıyı dinlerken birkaç mısrasını mırıldanmayan, yalnızlığa dair okuduğu bir romanda veya bir kitapta kendini bulmayan kaç kişi vardır bilmem. Ama bunları hissedenlerin hayata bakışları bence tamamen farklılaşmıştır. 

Hayata farklı bakanlardan olmanız dileğiyle… 

Selam ve saygılarımla…

Nisyan’a dair…


 
Unutmak, insan belleğinin bazı hususları zihninde canlandıramaması veya hatırlayamaması halidir. Bazılarına göre de öğrenmenin tam tersi bir durumdur. Öğrenilmiş olan bir bilginin yeniden hatırlanamaması unutmanın en kolay anlatılabilir biçimidir. Unutmanın sebepleri araştırıldığında birçok farklı noktaya varılmıştır. İnsanın unutmasının temelinde fizyolojik sebepler olabildiği gibi sahip olduğu genetik yapısının da etkili olduğunu gösteren kanıtlara da ulaşılmıştır. Organik yapının değişik etkenler sebebiyle yıpranması veya bozulması da unutmaya sebep olmaktadır. Yaşın ilerlemesine bağlı olarak beyin hücrelerinin yıpranması sonucunda oluşan bazı organik bozulmalar bu duruma örnek olarak verilebilir. Beynin yeterli miktarda kanlanamaması, dolayısıyla yeterli oksijenin ve gerekli birtakım kimyasal maddelerin hücrelere ulaşmaması, insanın yaşadığı stresli ortamlar, kaygı duymasına ve tedirgin olmasına sebep olan durumlar da unutmaya sebep olabilmektedir. Bunların yanı sıra birtakım psikolojik rahatsızlıklar da unutmanın en önemli sebepleri arasında sayılmaktadır. Bu sayılanlar bile unutmanın bir yığın farklı sebebi olduğunu ifade edebilmektedir. Tarih boyunca yazılan eserlerin bazısında ise karşımıza çok değişik sebepler çıkabilmektedir. Mesela Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname adlı eserinde çok günah işlemenin, işleri ve meşguliyeti çok ve dağınık olmanın unutmanın sebeblerinden olduğu belirtilmektedir. Aynı kitapta mezar taşlarındaki yazıları okumanın da unutmanın sebeplerinden olduğu söylenmektedir. Yukarıda sayılan bütün sebepler aslında unutmanın birkaç önemli durum dışında insan belleğinin bir özelliği olduğu sonucunu karşımıza çıkarmaktadır. Muallim Naci’ye atfedilen “Hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür.”  Sözü unutmanın insan hafızasının bir özelliği olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğunun unutmak hususunda sıkıntıları olsa da kimi insanlar bu tarz sıkıntıları daha az yaşamaktadırlar. Bazı insanların hafızası o kadar kuvvetlidir ki önemsiz ayrıntıları bile en ince noktasına kadar hatırlayabilirler. Unutmanın ve unutmamanın temelinde o duruma verilen ehemmiyet önem arz etmektedir. İnsanlar farkında olduklarını veya fazlasıyla kıymet verdiklerini kolaylıkla unutmazlar. Bu herhangi bir olay olabilir, eşya olabilir, varlık veya çok değişik şeyler olabilir. Unutmamakla ilgili asıl olan nokta insanın o hususa verdiği değerin seviyesidir. Çok fazla değer verilenler en az unutulanlardır. Bu yüzden insanlar sevdiklerini kolay kolay unutamazlar. Bunun yanı sıra intikam, nefret ve kin gibi duygularına çok değer verenler de nefretlerini, kinlerini ve intikam hislerini genellikle unutamazlar.
Endülüslü İbn-i Hazm’ın dilimize “Güvercin Gerdanlığı” adıyla çevrilmiş meşhur bir kitabı vardır. Seneler önce bu kitabı ilk defa gördüğümde adının niçin bu şekilde olduğunu merak etmiştim. Okumaya başladıktan sonra bu merakım geçmiş, ifade edilenler beni derin düşüncelere sevk etmişti. Birçoğunuz bilir ki güvercinlerin boynunda ince bir halka gibi gerdanlığa benzer farklı renkte bir yapı bulunmaktadır. İşte meşhur “Güvercin Gerdanlığı” bu tüylerin oluşturduğu yapıya verilmiş isimmiş. Benim dikkatimi fazlasıyla çeken ise buna yapılan nitelemeydi. Güvercinler boyunlarındaki bu farklı renk tonundaki tüyleri isteseler bile çıkaramazlarmış. Çünkü o farklılık onların doğal yapılarındandır. Buna izafeten yapılan benzetmeyle insanların da sevgilerinin boyunlarına güvercin gerdanlığı gibi geçtiğini, unutmak isteseler bile bunun olamayacağı ifade ediliyordu. Birbirini seven insanların birbirlerini unutmamalarının, belki de unutamamalarının sebebi bu olsa gerek. Şüphesiz ki güzel bir benzetme olmuş.
Bu yazıyı, fazla uzatmadan, kavramları birbirine bulaştırmadan, değerli okuyucuların zihinlerini karıştırmadan nihayetlendirmek gerekir sanırım. İnsanların muhakkak ki unuttukları, unutmadıkları, unutamadıkları vardır. Asıl olan şudur ki her ne olursa olsun insanların büyük çoğunluğu unuttum derken bile unuttuklarını, unutmadıklarını belki de unutamadıklarını hatırlamaktadırlar. O zaman unutmak diye bir şey yok mu ki?
Soru benim, cevabı sizin olsun…
Selam ve saygılarımla…

Tedavi hakkında hatırlatma…

Değerli Okuyucular,

Hastalıklar nasıl tedavi edilir diye hiç düşündünüz mü bilmiyorum. Muhakkak ki bir şekilde aklınızın bir köşesinden bu soru ve cevabının ne olduğu geçmiştir. Belki şuan bile cevapları sıralıyor olabilirsiniz.  Hastalık, insan vücudundaki herhangi bir doku, organ veya sistemin herhangi bir etken sebebiyle normal işlevini yerine getirememesi sonucunda ortaya çıkan durum olarak ifade edilebilir. Bu tanımlama kısa ve dar bir tanımlama olsa da temel manada anlaşılabilecek durum budur. Herhangi bir etken tabiri o kadar geniş bir anlam ifade eder ki bunu kısa bir örnekle açıklamak zannımca uygun olur. Mesela bazı hastalıklara sebep olan gözle görülemeyecek kadar küçük varlıklar olduğunu hepimiz biliriz. Halk dilinde bunların hepsine birden mikrop dense de aslında bunlar biyoloji ilminde yapılarına ve benzerliklerine göre birbirinden farklı biçimde sınıflandırılarak isimlendirilirler. Bu mikroorganizmaların bazılarının sebep oldukları hastalıkları tedavi ederken de bir takım ilaçlar kullanılır. Bu ilaçlar genel olarak öncelikle bitkilerden hazırlanan bazı kimyevi maddelere veya aynı özellikteki kimyevi formüllerine göre imal edilmektedirler. İlaçların etki mekanizmaları çok basitmiş gibi görünse de aslında bayağı karmaşık bir yapıdadır. İlaçların muhteviyatındaki kimyevi maddeler genel olarak yapılarına göre etkileyecekleri mikroorganizmanın ölümünü sağlamak veya çoğalmasını engelleyerek ömrünün sona erdirilmesi senaryolarına göre etkilerini yapmaktadırlar. Diyelim ki A adındaki bir hastalığa Aa bakterisi sebep olmaktadır. Bunun tedavisinde ise Aab ilacı kullanılmaktadır. Aab ilacı farz edelim ki bu bakterinin hücre duvarının oluşmasını engelleyecek bir etki yapıyor ve böylece bu bakteriler ölüyor ve hastalık sona eriyor ve kişi iyileşiyor. Basitleştirdiğim bu örnek aslında muhteşem bir yapıyı ve mekanizmayı anlatabiliyordur sanırım. Burada aklınıza şu gelmiş olabilir, A hastalığına yakalandığım zaman, gidip Aab ilacı alır hemen iyileşirim. Yok böyle bir şey. Bu tarz ilaç kullanımı tamamen hastalığa sebep olan mikroorganizmayı kuvvetlendirici etkinin önünü açmaktadır. Bir kişinin hastalığının ne olduğuna karar verecek, aynı hastalığa sebep olan farklı mikroorganizmaları ayırt edebilecek, hastanın durumuna göre gerekli tedaviyi düzenleyecek kişiler tabiplerdir. Şüphesiz ki şifa Allah(c.c.)’tandır ama şifa için gayret göstermek gerekir. Tabiplerin tavsiyelerine göre ilaç kullanmak tedaviyi sağlayan en önemli husustur. İnsanlar muayene olmadan ve tabip tarafından önerilmedikçe kullandıkları ilaçlar yüzünden hem vücutları için olumsuz etkilerin oluşmasına hem de mikroorganizmaların direnç kazanmalarına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda da her türlü zarar misliyle artmaktadır. Örnekler daha da arttırılabilinir.
Bilinen hastalıkların birçoğunun sebepleri ve tedavileri uzun yıllar boyunca yapılan araştırmalar sonucunda bulunmuş ve gün geçtikçe de tedavi metotları geliştirilmeye çalışılmaktadır. Modern tıp anlayışına göre tedavi için kullanılan ilaçların uluslar arası kriterlere göre gerçekleştirilecek araştırma ve deneylerden sonra insanların faydasına sunulabileceği söz konusudur. Hal böyle iken zaman zaman insanların hayallerinin sömürüldüğü, ceplerindeki üç beş kuruşun nasıl olur da hissettirmeden alınabileceği düşüncesindeki bazı insanların yaptıklarını duyduğumda ise içim acımıyor desem yalan olur. Burada hiç kimseyi hiçbir üreticiyi karalamak gibi bir gayem olmadığı gibi kimsenin de reklamını yapmak gibi bir düşüncem de bulunmamaktadır. Bu yalnızca benim düşüncemdir. Naçizane önerim şudur ki herhangi bir şekilde bir rahatsızlığınız olursa(ki gönül ister ki olmasın) öncelikle Aile Hekiminize muayene olmaya gidin. Gerekliyse o sizi diğer sağlık kurumlarına sevk edecektir. Falanın yakınına şu iyi gelmiş, filancanın hastalığı şunu kullanarak geçmiş gibi sözlere itibar etmeyin. Doğru olan şu ki gidip bir tabibe muayene olmak, önerdiği ilaçları kullanmak veya diğer uygulamaları kafamıza göre değil olması gerektiği şekilde yapmaktır. Çok fazla ayrıntıya girmeden siz değerli okuyucuların sıkılmadan okuyabileceği biçimde yazmaya çalıştım ama umarım anlaşılabilir bir şeyler yazabilmişimdir.

Bu arada insanları hastalıklardan iyileştirme, şifa buldurma mesleğine gönül veren çok kıymetli tabip dostlarımın ve arkadaşlarımın 14 Mart Tıp Bayramını da kutlamayı unutmamam lâzım. Onlar olmasaydı dünya ne kadar eksik bir yer olurdu, gerisini siz düşünün.
Selam ve saygılarımla…

Konuşmaya, konuşmamaya, konuşamamaya dair…

Konuşmak, aklımızın ermeye başladığı zamanlardan itibaren ailelerimizden başlamak üzere içinde bulunduğumuz topluma göre şekillenen bir özelliğimizdir. Önceleri çok fazla farkına varamasak da yaşımızla birlikte ilerleyen ve zamanla becerebildiğimiz takdirde dilimizin ucuna gelen her şeyi değil de uygun olanları ifade edebilmenin karşılığıdır da. Bazılarına göre de insanların çok uzun bir süre dayanamayacağı yegâne ihtiyaçlarındandır.

Konuşmak, insanlara Allah(c.c.) tarafından verilmiş bir yetenektir. İnsanlar konuşmak suretiyle birbirleriyle anlaşabilirler. Düşüncelerini, herhangi bir konudaki görüşlerini öncelikle konuşarak anlatırlar. Bizim toplumumuz muhabbet etmekten, sohbet ortamlarından oldukça fazla keyif almaktadır. Ancak konuşmayı yalnızca muhabbet veya sohbet ile ifade etmek de çok anlamlı değildir. İnsanlar sohbet ortamlarında düşüncelerini ifade etmekten ziyade hoşlarına gidecek şeyleri daha çok konuşurlar. Ne yazık ki bu tür konuşmalar dedikodu tarzında da olabilen konuşmalardır.
Konuşmanın en kötü hallerinden birisi gerekli gereksiz her konuda, herhangi bir bilgi sahibi olmadan bir şeyler söylemek olmalıdır. İnsanların neden böyle bir davranışta bulunma gereğini hissetmelerinin sebebi benim çoğu zaman anlayamadığım hususlardandır. Konuşanı dinlemek, konuşulanı anlamak, konuyla ilgili anlaşılamayanları sormak muhakkak ki gereklidir. Konuşmuş olmak için yapılan bir konuşmayı dinlemek zorunda kalmak ve söylenenleri anlamaya çalışmak sanırım büyük bir zulme uğramakla eşdeğer olsa gerek.
Toplumumuzda okuryazar oranı çok olsa da, okuyan ve yazanın az olmasından dolayı birilerine bir şeyler anlatmak ancak konuşmak ile olabilmektedir. Konuşmak böylesine önemli iken insanların birbirleriyle konuşmaması toplumun yabancılaşmasına sebep olmaktadır. Her ne suretle olursa olsun insanların birbirleriyle konuşabilmek için mümkün olduğunca fazla gayret sarf etmesi gereklidir.  Konuşmak insanların kendilerini ifade edebilmelerinin en önemli aracıdır.
Konuşmamak ise konuşmak isteyen bir kimseye verilebilecek en kötü cevaptır. Bir insanın başka bir insanla konuşmamasının farklı sebepleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun insanlar konuşmama isteklerini bile en çok konuşarak bildirirler. Konuşma ile verilen cevabı vücut lisanı ile verilen cevap takip etmektedir.
Konuşmak, bulunulan topluma göre değişik biçimlerde şekillenebilmektedir. Buradaki konuşma şekillenmesinden kastettiğim başka bir anlam yüklenmeden yalın halde yapılan konuşmadır. Bazı yerlerde kelimeler kısalmakta, bazı yerlerde vurgular ve ses tonları değişmekte, bazı yerlerde açıklayıcı olurken bazı yerlerde ise emir tarzında kısa kelimeler ve cümlelerle olabilmektedir. Her ne şekilde olursa olsun anlaşma sağlanabiliyorsa da konuşurken en fazla dikkat edilecek hususlar anlatılmak isteneni tam olarak ifade etmek için kelimeleri özenle seçerek kullanmak ve ses tonuna dikkat etmek olarak belirtilebilir. İnsanlar kendilerine yüksek sesle konuşanları, konuşurken bağıranları çok dikkatli dinlemezler, belki bazı kelimeleri akıllarında tutarlar. Her ne kadar tane tane konuşsalar da gereksiz ayrıntılardan bahsederek konuşmayı uzatanlar da çok fazla umursanmazlar.     
Hiç düşündünüz mü bilmem ama muhakkak karşılaşmışsınızdır, insanların konuşması gerektiği halde konuşamadığı haller vardır. Mesela çok üzgünken konuşması çok zordur insanların. Kelimeler dökülmez dudaklarının arasından, belki de en zor halidir bu konuşmanın, daha doğrusu konuşamamanın. Bir şeyler söylemek zorunda olup da söyleyemediği zamanlar vardır insanın, dilinden parçalanmış kelimeler nefes aralarında yarım yamalak karışarak çıkarken, gözyaşları dökülür yanan kalbinin üzerine ve söyleyemedikleri sözler yüzünden her damlasında derinden sızlatır düştüğü yerleri. Konuşamamanın temelinde muhtemelen hüzün vardır bu yüzden…        
Konuşmak üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilir. Ha keza konuşmamak ve konuşamamak üzerine de. Ama asıl olan şudur ki insanlar meşru ölçüler çerçevesinde birbirleriyle konuşmalıdır. Hele insanlar konuştuklarını konuşmadan önce düşünüp, ölçüp, biçip, tartarak konuşurlarsa muhtemelen bazı anlaşmazlıklarda ortadan kalkmış olacaktır. Yazmak, konuşmaktan daha güç ama çok daha fazla anlam yüklüdür. Yazarmış gibi konuşursa insanlar sanırım hayat daha güzel olacaktır.  
Umarım konuşmuş olmak için konuşmamışımdır. Takdir, konuşurmuş gibi yazmaya çalıştığım bu yazıyı okuyarak birkaç dakika da olsa zamanını ayıran değerli okuyucularındır.
Selam ve muhabbetlerimle…

Kars’a Dair…

Kars Kalesi
2010 yılının 28 Ekim günü Sağlık Bakanlığınca yapılan kura sonucunda Kars’a tayinimin çıktığını öğrenmiştim.  O an yanımda bulunan iş arkadaşlarımın bir kısmı bu atamayla ilgili temennilerde bulunuyorlardı. Birkaç arkadaşımın gidip gitmeyeceğim hususunda tereddüt ettiğimi düşündüklerini tavırlarından anlamıştım. Birisi sonunda dayanamamış ve “Şimdi Konya’yı bırakıp da Kars’a gideceksin, öyle mi?” demişti hayretler içerisinde. Ses tonundan iyi niyetler içeren bu soru cümlesi karşısında tebessüm etmiş ve sorusunu cevaplamıştım.  “Evet gideceğim.”  Demiştim “Allah izin verirse” diye de tamamlamıştım. Arkası arkasına sorular gelmişti sonrasında da. Çok uzak olmasından, soğuk olmasına, küçük bir yer olmasından, Ermenistan sınırında olduğuna kadar bir yığın değişik sebepler içeren sorulardı bunlar. Gideceğim diyordum çünkü bir sınav sonucunda atanmıştım ve her şeyi bilerek sınava girmiştim. Çok iyi biliyordum ki bayağı uzaktı ama orası da vatanımızın bir parçasıydı. Ben gitmezsem, öbürü gitmezse kim giderdi oraya? Ayağınla basabildiğin yer yurdundu, gitmediğin yer yurdun olur muydu hiç?   Gidecektim, çalışmam gereken süreyi doldurduktan sonrası Allah kerim demiştim. Bu süre içerisinde en büyük problem ailem ve dostlarımdan ayrı kalmak zorunda olmamdı. Onu da izinlerimi parçalı olarak kullanmak suretiyle çözmeyi planlamıştım. Konya’dan ayrılmam hayatımın büyük bir bölümünü burada yaşadığım için oldukça zor olacaktı. Ailem buradaydı, dostlarım buradaydı, hasılı kelam Konya bambaşka bir diyardı. Ama beni çeken bir şeyler vardı Kars’ta ismini koyamadığım…
Kars Kalesinden Şehre Bakış
Her şeye rağmen tayin kararımın geldiği Aralık ayında Konya’daki görevimden ayrılmış ve hiç kimseyi tanımadığım serhat şehri Kars’a gitmiştim. Havaalanında uçaktan inmiş bir taksi ile önceden telefonla yer ayırttığım misafirhaneye gitmiştim. Hem her yer hem de herkes yabancıydı bana. İnsanın bilmediği bir yerde herhangi bir yere gidebilmesi için ne kadar çok soru sorduğunu o an yaşayarak anladım. Kısa bir dolmuş yolculuğu ve arkasından beş dakikalık bir yürüyüşten sonra yeni görev yapacağım kuruma gelmiştim. Resmi prosedürlerin tamamlanması fazla vaktimi almamıştı ama akşam çok çabuk olmuştu. O gün havanın çok erken saatlerde karardığını görmüştüm.  Akşam kaldığım yere gitmek sabah gelmekten çok daha kolay olmuştu. Ertesi gün görev yerimdeki yeni mesai arkadaşlarımla da tanışmaya başlamıştım artık. Bu arada Kars’ı da öğrenmeye çalışıyordum. Şehrin bugün bulunduğu yer Rus işgali zamanında yapılmış bölümüydü. Eski taş binaların bulunduğu düz sokaklardan oluşuyordu bu kısım. Bu sokakların 3-4 tanesi cadde olarak isimlendirilmişti. Buralar diğerlerine göre daha genişti. Cadde veya sokağın bir ucundan baktığınızda şayet tepe yoksa sonunu görebiliyordunuz ve birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu durum şehri öğrenmeyi kolaylaştırıyordu.  Bugün Kars’a ilk gittiğim günü hatırlamaya çalışırken Kars’a gitmek için verdiğim kararın son yıllardaki en iyi kararlarımdan birisi olduğu kanısına vardım. Sonra da bir yazı yazmak bu yazıda Kars’ta tanıdığım dostlarımdan isimlerini belirtmeden bahsetmek bu suretle de hem onları hayırla yad etmek hem de Kars’ı biraz anlatmak istedim. İsimlerini yazmasam da onlar bu yazıyı okuduklarında kendilerinin olduğunu bileceklerini ümit ediyorum.
Hasan Harakanî Türbesi
Kars’ta bulunduğum süre içerisinde bir çok yerini öğrenmeye çalıştım. Dolaştıkça ve Kars’la ilgili bazı kaynakları da okudukça şaşkınlığım o kadar arttı ki izah etmek kolay değil. İlk gittiğim yer Kars Kalesinin aşağı tarafında olan Ebul Hasan Harakâni Hazretlerinin türbesi idi. Kars yakınlarındaki Yahnı Dağı civarında Bizanslılarla Selçuklular arasında yapılan savaşta yaralanarak şehid olan bu büyük zatın türbesinden sonra Kars Kalesine çıkmış, şehre yukarıdan bakmıştım. Ardından Ermenilerin işgal yıllarında Kars’ın ileri gelen Türklerinden yüzden fazla kişiyi anlaşma yapmak üzere çağırdıktan sonra yakarak şehid ettikleri Ulu Camiye gitmiştim. Orada yanan insanların yağları eriyerek taşlara işlemiş ama birkaç sene önce restore edilirken bu kısımlar bilerek mi bilmeden mi sıvanarak kapatılmış. Mihrabındaki yağ lekelerinin çok küçük bir kısmı görülebiliyor. İnsanın içinin sızlamaması içten değil. Kars’ın küçük ve şartları zor bir şehir olmasına rağmen muhteşem bir potansiyeli olduğunu o gün anlamıştım. Sonrasında bütün ilçelerine, sayısı yüzden fazla köyüne gittim. Neden gittim sorusunun cevabı kısaca oraya çalışmaya gitmiş olmam şeklinde olacaktır. Başarılı olup olmadığım hususu benim değil yapmaya çalıştıklarımı değerlendireceklerin vereceği karara bağlıdır. Bir şeyler yapmak için gayret göstermek de zannımca ehemmiyetlidir.
Manuçehr Camii
Kars’ın istenilen seviyede değerlendirilmediğini düşündüğüm muhteşem tarihi ve turistik potansiyeli olduğu kanaatindeyim. Saymaya kalkılsa sayfalar dolusu eser çıkar karşımıza. Yalnız Kars’ı bakımsız ve düzenli olmayan bir halde görmek beni ziyadesiyle müteessir etti. Kars’ta Ani Şehri Harabeleri var ki bu şehri fethetmek için Alparslan ordusuyla uzun süre uğraşmış. Burası öyle büyük bir yermiş ki o dönemde Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’dan sonra en büyük şehriymiş. Tarihi İpek Yolu da buradan geçiyormuş. Bir Cumartesi günü sabah gidip neredeyse akşama kadar gezmeyi tamamlayamamıştık. Anadolu’da Türkler tarafından yapılan ilk Cami de bu harabeler içerisindeki Manuçehr Camisiymiş. İki dostumla gitmiştik oraya, biri yakın bir tarihte tayin olması sebebiyle Kars’tan ayrılmış öbürü ise galiba hala Kars’ta görev yapıyor. Ani’ye giderken yol üzerindeki Subatan Şehitliğini söylemeyi unuttum ki Ermenilerce yapılan zulümleri ve sonrasındaki katliamı hatırlamak bile yürek sızlatıcı. En son yapılan toplu mezar kazısında 600’den fazla kişiye ait kemik parçaları bulunmuş.
Allahu Ekber Dağları Şehitliği(Sarıkamış)
Mayıs ayının sonlarına doğru denetlemeye giderken aynı günde birden fazla iklim yaşamıştık. Şehirden çıkarken hava günlük güneşlikti. 15-20 km gidince daha da açılmış ama sonrasında yağmur yağmaya başlamıştı. Yağmur durduğunda bir köy yolundan geçiyorduk ki arabamız çamura saplanmış ve bu yüzden geriye dönmek zorunda kalmıştık. Sonrasında Sarıkamış’a gitmiştik ve orada da kar yağmıştı üzerimize. Sarıkamış deyince insanın aklına Allahu Ekber Dağları gelir ki o an o dağlar karşımızda duruyordu. Şehid Enver Paşa’yı ve Sarıkamış’ta şehid olanları düşünmüştüm işte o an içim sızlayarak. Kimsenin doğru dürüst bir şey araştırmadan Enver Paşa’nın sırtına yüklediği bir suç gibi görünür durur Sarıkamış... Aslında harekat planlarına uymayan Paşalardan, Karadeniz’de teçhizat getirirken batırılan gemilerden bahseden olmaz. Başka bir ilden gelip hala Kars’ta görev yapan dostum o günü hatırlayacaktır umarım. Kars’taki bazı aydın insanlarla tanışmamı sağlayan, muhabbet meclislerine beni de götüren dostumu da unutmadım bu arada…
Karlı ve soğuk Kars günlerinde böğürtlenli meyve çayı veya buna benzer karışık ve değişik çaylar içtiğimiz arkadaşlarım vardı. Tabii bu arada edebiyattan, tarihe, sanattan, günlük olayların tahliline kadar değişik konular hakkında da muhabbet ederdik. Çok fazla bir süre geçmeden bana  “Abi” diye hitap edecek kadar kıymet vermişler, yaptıkları sosyal aktivitelere beni de dahil etmişlerdi. İşlerini çok özenli bir biçimde yapan kardeşlerimi ve ayrıca kim sorarsa sorsun sorulan bütün sorulara en ince ayrıntısına kadar açıklama getiren bilgili dostumu da unutmadım bu arada. Ayrıldığım gün yediğimiz öğle yemeğini ve o yemekte bulunanları da bugün gibi hatırlıyorum. Kars’a ilk geldiğimden itibaren beni kardeşleri gibi görüp bu şekilde davrandıkları için onlara ne kadar minnet duysam azdır.
Kars’taki ilk günümde birlikte öğle yemeği yediğim, sonra bana kısaca Kars’ı öğreten, ayrılmadan bir önceki akşam birlikte yemek yediğimiz Kars’ın özü sözü bir, çalışkan, yerli Türkmen ve Azeri Türk’ü kardeşlerimi de söylemeden geçmeyeceğim bu arada. Onlar da kendilerini bileceklerdir. 

Bir Cumartesi günü sabah erkenden Doğubayazıt’a gitmiştim. Daha doğrusu Kars’ta görev yapan bir kardeşimin arabasıyla önce Iğdır’a sonra da haşmetli Ağrı Dağının yanından geçerek İshak Paşa Sarayını görmeye gitmiştik. Tarih ve samimiyet dolu güzel bir gün yaşamıştık o gün. O kardeşim hala Kars’ta ve umarım iyidir.
Kars’ta çok memnun olmadığım bir hal vardı ama bu çok da Kars’a özgü bir durum değildi. Anadolu’nun genelinde yemek kültürü genel olarak etten yapılan ve içine et konulan yemeklere dayanmakta. Kars’lı bir kardeşim et olmayan yemek yediklerinde doymadıklarını söylemişti gülerek. Misafirlerine etsiz yemek ikram etmenin ona değer vermemeye eşdeğer olduğunu da söylemişti ki bu daha önemli bir sosyolojik vakıa idi benim için. İşte bu yüzden Kars’ta iken yemek hususunda biraz sıkılmıştım bir süre. Et konulmayan yemek bulmak zor değil imkânsız gibi bir şeydir o coğrafyada. Hatta bir gün Kars’ın iyi lokantalarından birinde dayanamamış zeytinyağlı yemeğiniz var mı diye sormuştum. Garson önce şaşırmış sonra gülerek “Bizim burada etsiz yemek olmaz ağabey, kimse yemez ki” demişti gülerek. İçinden belki de “Nereden çattı bu adam” da demiş olabilir orasını yalnızca tahmin edebiliyorum.  
Kars’ta akşam yemeklerini yediğim DSİ Misafirhanesi vardı ki Kars’ın her açıdan en iyi kurum misafirhanesidir. Orada görevli bir Azeri Türk’ü aşçı kardeş var. Yöreye özgü değişik otlar içeren hafif ekşili bir çorba yapıyor ki yolunuz düşerse uğramanızı ve o çorbanın tadına bakmanızı öneririm. Ona Konya’lı biri önerdi derseniz o beni hatırlayacaktır.
Kars şehri  buram buram tarih kokan bir yer. Herkes tarih kitaplarında Kars-Gümrü Antlaşması diye bir şey okumuştur. Ben her gün o antlaşmanın imzalandığı binanın önünden geçiyordum. Değişik bir his uyanıyordu içimde. Biraz gayret gösterilse, emek ve para harcansa şehir tamamen açık hava müzesine dönüştürülebilecek kapasitede. Yapılacak masraf kısa sürede kolaylıkla geri kazanılabilir. 
Fethiye Camii(Ani Katedral)
Geçen yıl bu sıralarda güzel ülkemin en yüksek yerinde kurulmuş serhat şehri Kars’taydım. Oraya gittiğime hiç pişman olmadım. Şimdi güzel Konya’dayım. Yaklaşık yedi ay kadar görev yapmama rağmen ben Kars’ı da sevdim, Kars’ta bulunan gerek oralı gerekse de oralı olmayan dostlarımı da sevdim.  Orada tanıdığım bütün dostlarım ve herkese selam ve saygılarımı gönderiyorum.
 
 Ben onlardan razıydım, Allah(c.c.) da onlardan razı olsun.
Yolları da bahtları da açık olsun,
   Allah(c.c) her daim yar ve yardımcıları olsun.